Amenti…

seyir esnasında, lütfen intihara kalkışmayın,

ayakkabılarınızı çıkarın,

basit bir hesapla yanınızda taşıdığınız zamanla şakalaşın,

can elekleri koltukaltlarınızda, iyi traşlanmış, umut vaad ediyor

korkarken zırvalar herkes, cesurken saçmalar, hata yapar en usta en çırak

isteyen istediği koltuğa oturabilir, istediğin bir parça

suyu bölüşmeyin kendi aranızda, o hak size verilmedi

seyir esnasında bilim insanları uzaya sızıyor,

susuyor, susuyor, susuyorlar,

tek damla suyu susuyorlar

bir akvaryum balığına anlatıldı tüm bunlar

kabardı solungaçları,

alın öfkeye secde eder, gölgedeyken, dedi

” ayna ayna söyle bana”

kuşlar dönüyor mu ağaçlara

sen ey en uzaktaki kara parçası

neyin içindeyim ben.

bir balık dünyayı değiştirebilir, cidden.

alt üvertürde oturma planı, gemi gibi bir şeyin içindeyim

iplerinizi belinize dolayın

seyir esnasında

kapılar

kapalı

azami 50 kg

-30 kilom ölecek!-

saniyenin milyonda biri, makul bir zaman

ayağımın altında

söylemiş miydim?

arkadaşlarıyla şakayla karışık sevişen departman müdürü

meğerse katilmiş

balkondan balkona işlediği cinayetleri meşhurmuş, mahvolmuşmuş

istanbul, gaz yutsunmuş, kussunmuş,

bu bilginin buradaki işi ne ona mı yansam yoksa

tophane’de genç bir kadını bıçak zoruyla ara sokaklarda dolaştırıp

uzun uzun saçından söz etmek yerine, ya da ellerini tutmak yerine

ya da gözlerine bakmaktan daha kolay olduğundan

mı bilinmez

kestirmeden din kültürü ve ahlak bilgisi testi yapıp

dört saat sonra Mevlana’dan bahsedince kadın,

Şems yetişmiş eski defterlere hiç aldırmadan.

zulmün karşısında mahçup olur sanırsın insanı, olmaz

söylemiş miydim?

üst perde kedi çağında, şişman, buyurgan, efendi

bu işler böyledir, Tom Jery’i hep kovalar

hayal dünyasına mesela, kafanın içi gibi bir yere

bu bir çatışma, ve sen Afrika’yı hiç umursamıyorsun,

balıklarla sineklerin kapışmasını,

otun bir halk olarak haykırışını, mısır, pamuk, pirinç ve bir element

olarak bakır hastalığı, kudret, hırs.

aristokrasi olmasa psikoloji bu şartlarda gelişim göstermezdi,

katil uşak, uşak bıçkın bir kukla olmazdı, sanırsın en ham hali

insanın, yanılırsın, hile. daha kurnazca

bir sahnede pala varsa domuzda vardır, bir tüketici olarak

en iy müşterisidir kan pazarının.

züppelik mi dersin azizlik mi,

ufukta diyor bahri, dünya dönüyor

kara görünmüyor

tuzlu bir his şu pis kokular, sanayi atıkları, nükleer çöpler, elektrik

bebek kakaları, anne olmadan halk olamazsın, oğlum.

kara görünmüyor, kara kara kara kara kara

dem seyir halindeyken yolcuların geçişi yasaktır

seyir esnasında güverteye çıkmak yasaktır

bal mumuyla rasta yapmak yasaktır,

Sabahattin Ali’yi öldürmek yasaktır.

Hertz: bir saniyede kulağımıza giren ses dalgasıdır.

Ali Aydemir

Öteki ve Kasap

Öteki ve Kasap

Yazan: Ali AYDEMİR

Geçmiş

(Karanlıkta sahnenin ortasında kırılmış bir sehpa ve akvaryum olarak kullanıldığı anlaşılan kırılmış bir fanus görünmektedir, etrafında bir tane sarı-turunculu Japon balığı ve bir tane siyah ve hafif iri çöpçü balığı can çekişir halde kıpırdamaktadır. Karanlığın içerisinde aydınlık olan tek nokta fanusun ve sehpanın göründüğü alandır. Işık yavaş yavaş açılır, duvarlar bize orada bir ailenin yaşadığı izlemini vermesi gerekir, badanalıdır. Işık tekrar kararır ve Wagner’in Die Walküre-Act I parçasının iki dakika yirmi yedi saniyelik giriş bölümü yüksek sesle çalar ve kesilir. Bu esnada sahne değişimi gerçekleşir.)

Gelecekte herhangi bir zaman, şimdi

(Öteki ve Kasap bir apartman dairesinde yaşayan iki balıktır, yaşadıkları yer gettolara benzemektedir. Sarmaşıklarla örülmüş balkon ve pencereler binanın ortasındaki geniş avluyu görmektedir, aynı zamanda cadde ve meydan görülmektedir. U şeklinde inşa edilmiştir bu bina. İşlek bir caddenin hemen yakınında, bir zamanlar çok lüks bir zümrenin yaşadığı meskenken sonradan mülteci kampı gibi ülkeye sığınan yabancı uyruklu vatandaşların ya da göçmenlerin yaşadığı bir apartmana dönüşmüştür. Apartmanda neredeyse her gün ya cinayet ya da intihar gerçekleşmektedir. Pencerenin her açılışında şehirdeki karmaşa yansıtılmalıdır. Bir fikre göre, şehir darbeden sonra kendine gelememiş ve iktidara geçen diktatörlerin yönetiminde dibe vurmuştur. Birbiri ardına gerçekleşen gözaltılar ve katliamlarla cehenneme dönmüş şehirde olağanüstü hal uygulamaları uzun zamandır huzursuzluk yaratmaktadır, karmaşa hâkimdir. Tüm olayların merkezi bu işlek caddeden başlamaktadır ve pencerelerden görülmektedir. Öteki eskitilmiş ferforje bir sandalyede sallanmaktadır, Kasap dış kapıyı izlemekte, kapı gözünden merdiven boşluğuna bakmakta ve gürültüleri takip etmektedir, fakat net bir gürültü yoktur. Bir süre sonra Öteki yerinden kalkar pencereden bakar. Akşam olmaktadır.)

I.

Öteki – Olağanüstü güçlere sahip olmak ister miydin?

Kasap – Dünyayı kurtarmak mı istiyorsun?

Öteki – Evet, düşünüyorum

Kasap – Şaka yapıyorsun.

Öteki – Kahramanlar şaka yapmaz.

Kasap – Ama sen-

Öteki – Hayal bile edemiyorsun değil mi?

Kasap – Ne yalan söyleyeyim, evet.

Öteki – Bir güce sahip olmak istemez miydin?

Kasap – Ne için?

Öteki – Daha iyi yaşayabilmek için.

Kasap – Hayır.

Öteki – Hayatından memnunsun öyleyse

Kasap – Şuraya bak, ne görüyorsun?

Öteki – Pekiyi görmüyorum, biliyorsun.

Kasap – Onlara ihtiyacın mı var.

Öteki – Herkesin vardır.

Kasap – Benim yok.

Öteki – Yapma, senin de var

Kasap – Aklım bana yeter.

Öteki – Yetmez.

Kasap – Önemli olan iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmaksa yeter.

Öteki – Karanlıkta yolunu bile bulamazsın. Akılmış.

Kasap – Ciddi misin?

Öteki – Her zamanki gibi.

Kasap – Kısa cümleler kurarken hiç düşünmediğini düşünüyorum

Öteki – Ben de senin uzun cümleler kurmaya çalışırken, bilgeymiş gibi davrandığını

Kasap – Sırf sana kahramanlığı yakıştırmadığım için muhalefet ediyorsun şu an.

Öteki – Kişiselleştirdin. Sırf akıllıca laf etmedin dediğim için

Kasap – Duygusal davranmanı beklemiş olabilirim.

Öteki – Hayır, senin gibi düşünmemi dayattın o kadar.

Kasap – Etrafında olup bitenleri gör istedim.

Öteki – Görmediğimi nereden biliyorsun.

Kasap – Şu tavrın beni rahatsız ediyor.

Öteki – Anlayışsızlığın da beni

Kasap – Her şeyi bildiğini düşünüyorsun değil mi?

Öteki – Bilmediğim için acı çekiyorumdur belki.

Kasap – Hiç sanmıyorum

Öteki – Ne öyleyse, sen söyle de öğreneyim doğrusunu o zaman.

Kasap – Gittikçe uzaklaşıyoruz birbirimizden.

Öteki – Anlamadığın bir nokta var

Kasap – Neymiş?

Öteki – Biz her zaman uzaktık.

Kasap – Üstüne üstlük kırıcısın.

Öteki – Alınganlıkla bir yere varamazsın.

Kasap – Siktir git.

Öteki – Çeneni kapat.

Kasap – Neden açık açık söyleyip kurtulmuyorsun, söyle söylemek istediğini

Öteki – Konuyu kapat

Kasap – Hayır, tam tersine-

Öteki – Konuşacak bir şey yok, böyle alıngan davrandıkça iki laf edemeyiz. Bak, yine o şaşkın ifade.

Kasap – Sevimsizliğimi yüzüme vurmana gerek yok.

Öteki – Hayata biraz neşeli bakmaya çalış.

Kasap – Görmüyorsun, anlamıyorsun, dinlemiyorsun.

Öteki – İkna olman için ne yapmam gerekiyor, senin gibi mi olmalıyım.

Kasap – Benim gibi olmana gerek yok, sadece biraz duyarlı ol, o kadar.

Öteki – Nasıl bir duyarlılık? Mesela duyarlı gibi davranmam yeterli olur mu senin için?

Kasap – Dediğim gibi, bu yapı meselesi, kişiliğinde yoksa yoktur.

Öteki – Sana inanmam için bana çok yardımcı oluyorsun, bu davranışlarla ne beni ne de başka birini kendine inandırabilirsin.

Kasap – Ben kimseye yol göstermek niyetinde değilim.

Öteki – Öyleyse beni rahat bırak.

Kasap – Seni rahatsız etmekse ya niyetim.

Öteki – Nedenmiş o?

Kasap – Çünkü yeterince rahatsın.

Öteki – Sadece kendinin her şeyi gördüğünü düşünüyorsun değil mi, gerçi sende haklısın, bu bir çağ hastalığı.

Kasap – Beni herkesle kıyaslaman hoşuma gitmiyor,

Öteki – Demek ki doğru söylüyorum.

Kasap – Aksine her şeyi çarpıtıyorsun.

Öteki – Kötü bir karikatürün içindeyken bu gerçektir diyemezsin, şu etrafında olduğunu iddia ettiğin şeyler var ya onlar uzun süredir orada, sürekli aynı şeye bakıp duruyorsun, orada hiçbir şey yok, anla artık.

Kasap – Ben kör değilim.

Öteki – Evet değilsin, ama gördüklerin de artık gerçek değil.

Kasap – Bana hakaret mi ediyorsun!

Öteki – Seni kollamaya çalışıyorum, bunu her zaman sen yapamazsın ya.

Kasap – Sana inanmak isterdim.

Öteki – İnanmak zorunda değilsin sadece samimi olduğumu bil yeter.

Kasap – Çok mu kötü bir karikatürüm?

Öteki – Gözüme sokmaya çalıştığın dünyayı değiştirmek isterdim eğer bir kahraman olsaydım şu talan edilmiş şehri kurtarıp, mutlu olduğunu görmek ama elimden bir şey gelmiyor, üzgünüm.

Kasap – Bir kahraman olmaya ihtiyacın yok, ya da öyleymiş gibi davranmana, küçük, çelimsiz, zayıf ve iradesiz olabiliriz ama biz de bu dünya için bir şeyler yapabiliriz.

Öteki – Yapmak zorunda değiliz, kimimiz de sadece yatıp yuvarlanmalı, hırstan, kavgadan uzak, sakin bir hayat yaşayabiliriz.

Kasap – Burada mı?

Öteki – Yanı başımda.

Kasap – Burada olmaz.

Öteki – Nedenmiş?

Kasap – Çünkü burası kokuyor.

Öteki – Biraz bakımsız kaldı haklısın.

Kasap – Biraz mı? Neredeyse çürüyüp dökülecek, şu hale bak.

Öteki – Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsun, ben evimden memnunum, anlıyor musun, sırf sen rahatsız oluyorsun diye anılarımdan vazgeçecek değilim, onlar sayesinde ayaktayım.

Kasap – Daha ne kadar sürecek?

Öteki – Gittiği yere kadar.

Kasap – Gitmiyor ama.

Öteki – Ben halime şükrediyorum, bunu becerebiliyorum.

Kasap – Senin saçma sapan inadın tuttu diye burada kendimi kemirerek öldürecek değilim.

Öteki – Söyle bana gidecek başka bir yerin var mı?

Kasap – Buradan daha iyi bir yer buluruz.

Öteki – Ben bulamam. Bulmak da istemem. O yüzden de gereksiz aynı sohbeti açıp durma. Buradan gidecek değilim. Varoluş nedenim bir kere kendimi öldürmek

Kasap – Ya benim ölmem?

Öteki – Sen de kendini öldüreceksin bir gün

Kasap – Hiç aynada kendine baktın mı son zamanlarda?

Öteki – Her Allahın günü sana katlanmak zorunda kalıyorum ya. Kendimi görmesem de olur. Meraklısı da değilim yüzümün.

Kasap – Çaresizliğin başka bir versiyonu.

Öteki – Memnun edemedim galiba seni ama umurumda değil biliyor musun. Umurumda değil. Sürekli olumsuz olmandan bıktım. Her şeyden şikâyet etmenden, mızmızlanmandan, beni sürekli gürültü patırtıyla uyandırmandan, sürekli kötü haber vermenden usandım artık. Huzurumu kaçırıyorsun.

Kasap – Huzurunu mu kaçırıyorum, çevrende olup bitenler umurunda değilmiş gibi yapabilirsin ama ben yapmayacağım. Ben senin gibi davranmayacağım.

Öteki – İstediğini yapmakta özgürsün, sadece beni rahat bırak.

Kasap – En azından dışarı çıkıp hava alabiliriz temiz hava iyi gelir ha?

Öteki – Bugün olmaz.

Kasap – Temiz bir havaya hasret kaldık.

Öteki – Haklısın, istersen biraz cam açayım hava girsin

Kasap – Gidip biraz uzansam iyi olacak.

(Kasap odadan çıkar ve içeri girer, Öteki uzun süre camın kenarından gökyüzüne bakar, hava tamamen kararır, sadece pencere kenarında Öteki görünür. Hava kararınca bir süre sonra Kasap içeri tekrar girer, Kasap gelip sandalyeye oturur ve sallanmaya başlar. Öteki ve Kasap birbirinden ayrı dünyadadırlar, bir süre sonra Kasap Öteki’nin yanına pencere kenarına gelir.)

II

Öteki – Her yer karanlık..

Kasap – Gezegenin aydınlanması için şu ölü yıldızlardan daha fazlası gerekiyor.

Öteki – Başka uygarlıkların anılarına sahip olduklarına inanmışımdır hep, belki daha iyi hikâyelere şahit olmuşlardır.

Kasap – Bugün hayatta olmayanların mı?

Öteki – Önemli mi sence?

Kasap – Nedense bir kukla gibi hissettim kendimi?

Öteki – Asla, bir kukla değilsin.

Kasap – Ya, öyleyse neyim?

Öteki – Balık.

Kasap – Olduğun gibi görünmemi istiyorsun?

Öteki – Neysen o olmalısın

Kasap – Hiçbir şey olmak istemiyorum.

Öteki – İnsan değilsin unutma.

Kasap – Çok rahatlattın içimi.

Öteki – Hiç değilse canlısın ve bu hayatı paylaşıyoruz hoşuna gitmese de. Buna sahip olamayanlar ya da buna bile sahip çıkamayanlar var, başkalarına özenerek yaşamaktan iyidir.

Kasap – Kendime sahip olmadığımı nereden çıkardın.

Öteki – Hayır, bu tamamen sensin.

Kasap – Neden kendimi bir zamanlar yaşamış ve şimdi hayatta olmayan biri gibi hissediyorum öyleyse.

Öteki – Sonunu hatırlıyor musun?

Kasap – Hayır.

Öteki – Sonunu bilmediğin bir hayatı istediğin gibi yaşayabilirsin. Ben istediğim gibi yaşamak istiyorum. Dayanamayıp bırakanlar gibi yapmayacağım ya da senin yapmak istediğin gibi. Ben burada kalacağım, tam bu noktada onunla göğüs göğse gelmek istiyorum. Onu görmek istiyorum. Son bir kez, buradan ayrılmayacağım, teslim olmayacağım, direneceğim, son ana kadar.

Kasap – Hiç uyumuyorsun hiç hem de, geceleri şu pencerenin önünden ayrılmıyorsun.

Öteki – Korkuyorum, anlasana.

Kasap – Neden bana inanmak istemiyorsun, ben ikimizin de iyili-

Öteki – Şu kapıdan içeri girdiğin günü hatırlıyorum.

Kasap – O gün evde olmaman gerekiyordu.

Öteki – Hırsıza benzer bir halin yoktu.

Kasap – Yine bu sandalyede sallanıyordun, uykuyla karışık.

Öteki – Sonra hatırlıyor musun?

Kasap – Nasıl sevinip yerinden fırladığını mı?

Öteki – Evet, çünkü onun yanından geliyordun.

Kasap – Ne kadar oldu?

Öteki – Bugün tam yedi yıl.

Kasap – Ne kadar çok.

Öteki – O, on yıl önce bugün gitmişti, hiç unutmuyorum. Üç yıl şu evin içinde yalnız başıma üç yüz yıl gibi geçti ve tam da şu saatlerde sen girdin içeri.

Kasap – O yüzden o gün gönderdi.

Öteki – Belki de aynı saatte, hatırlamıyorum.

Kasap – Tanıyacağını biliyordu. Ama seni evde göreceğimi sanmıyordum, yaşadığından bile şüpheliydim, gitmişsindir diye düşünüyordum, o günde bugünkü gibi kötü bir savaştan çıkmışçasına yıkık dökük, rahatsız edici, ürperticiydi bu bina, şimdi hayalete döndü tamamen.

Öteki – Üzerinde onun parkesi vardı.

Kasap – İşler ters giderse seni bu parkeden tanır, bir aksilik olmasını istemem demişti.

Öteki – Hiç unutmam sıcacıktır, o parke.

Kasap – Sonra O, sınırı geçti.

Öteki – O gün bugündür tek bir haber yok.

Kasap – Ne hissediyorsun?

Öteki – Mutlu olduğunu.

Kasap – Uyurken sürekli dişlerini gıcırdatıyorsun. Kaç kere mani olmaya kalktığımı hatırlamıyorum. Kâbus mu görüyorsun?

Öteki – Önceleri yuvarlak kocaman bir kayanın altında eziliyor gibi hissediyordum. Koca bir kaya parçası yavaş yavaş üzerime geliyor, görüyorum ama hiçbir şey yapamıyorum. Sanki canlı, bir ruhu var ve gözünü benim ruhuma dikmiş, almak istiyor, pestilim çıkıyor. Üzerime üzerime, göğsüme doğru geliyor ve ağlayarak uyanıyorum, neden ağladığımı bilmeden. Rüyanın içindeyken rüya gördüğümü biliyorum ama o rüyayı hatırlamıyorum, bazen çok iyi hatırlıyorum tam not edecekken birden uçup gidiyor aklımdan. Bir ressam görüyorum her defasında, alçak bir falezin üzerinde tuvaline gördüğünü çiziyor, alabildiğince yeşillik bir ormanı arkasına almış, kıyı boyunca yassı çakıl taşlarıyla parlayan denizi izliyor ve resim yapıyor. Tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş, kukuletalı bir varlık geniş ceplerinden bir şeyler çıkarıp suya dağıtıyor, sanki bir şeyler eker gibi, tohum gibi serpiyor. Ressam ne görüyorsa resmediyor, heyecanlanıyor bir ara, fırçasının küçük zayıf bir teli kırılıyor, o minicik ses, öyle yankılanıyor ki, o siyahlar içindeki, aniden başını sesin geldiği yere dönüyor. Bakmasıyla koca bir kartala dönüşmesi ve ressamın sandalyesinden sırt üstü düşmesi bir oluyor. Sonra sadece resmi görüyorum o kartalı kalbini söküp havalanacakken resmetmiş, başına gelen şeyi çok kısa süre öncesinden resmetmiş. İnanılmaz bir resme bakıyorum ve her defasında içinde kayboluyorum, gizini çözmeye çalışıyorum, tam çözecekken, tamamen unutuyorum. Bu rüyanın bana anlatmak istediği şey ne hep bunu düşünüyorum? Rüyalardan anlar mısın?

Kasap – ?

Öteki – Hayatımın bir yerinde karşıma çıkar mı?

Kasap – Neden daha önce anlatmadın?

Öteki – Daha önce tarif edemiyordum bu kadar bile.

Kasap – Bu yüzden mi her gece pencerenin önünde sabahlıyorsun?

Öteki – İnanmak için bir neden arıyorum, bir işaret. Belki hiçbir şey göremiyorum ama ya görürsem, o umuttan vazgeçemiyorum bir türlü.

Kasap – Dua mı ediyorsun?

Öteki – Kendim için değil onun için, endişeleniyorum. Çok düşündüm. Benim hayatım ona bağlı. O dönmediği müddetçe huzurlu olmayacağım nerede olursam olayım, sadece huzurluymuş gibi davranacağım.

Kasap – Ya başın-

Öteki – Sakın olumsuz düşüncelerini onun için kurma. Felaket habercisi gibisin.

Kasap – Onu, senin için bulup getirmek isterdim. Bir yanım git, bulamazsan bile ara diyor, bir yanım da gidersem tek başına üstesinden gelemeyeceğini söylüyor.

Öteki – Her gece onu bir yerlerde hayal ediyorum, hep farklı bir hikâyede, farklı bir macerada. Çocukken dinlediğimiz, izlediğimiz gibi hikâyelerde, sıradan insanların kahraman olduğu hikâyelerde. Beni arayamıyor, mektup yazamıyor ama sürekli düşünüyor. Hayalimi gerçekleştiriyor, o yüzden mutlu, tüm bunları bana anlatabileceği günü hayal ediyor, onu anlayacağımı biliyor.

Kasap – Ya bir gün dönerse, o gün onu ayakta karşılayabilecek misin?

Öteki – Kahramanları kahraman yapan şey nedir bilir misin?

Kasap – Cesaretleri mi?

Öteki – Hayır.

Kasap – İdealleri mi?

Öteki – Hem cesaretleri hem idealleri ama bunlar değil.

Kasap – Peki ne öyleyse?

Öteki – Sevdiklerinden daha önemlidir yaptıkları şey ve bunun kararını hiç kimse kahramanlardan iyi veremez. Kahraman olmak istememiştir hiç biri ama olmuşlardır. Tuhaf, yine de öyle görmezler kendilerini. Her zaman yoluna sokulması gereken bir sorun vardır değil mi? Onlarda oradan oraya savrulurlar ve hep mücadele ile geçer hayatları, sevdiklerinden çok çok uzakta bir yerde. O dönemeyecek. Dönmek için bir fırsatı vardı çok iyi biliyorum. O gün onu hissettim bu pencerenin önünde fakat o bunu seçmedi. Daha zorunu, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir hayatı seçti. Geceleyin, yıldızlara bakıp tüm hayatını düşündü, canından bir parça olan beni, bu evi, bu evdeki bir zamanlar var olmuş olan mutluluğu, odalarımızı, ailelerimizi düşündü, başlarına korkunç felaketler gelen. Sevdikleri içinde en çok beni düşündü. Ağladığından adım gibi eminin. Çünkü ben burada şu pencerenin önünde ağladım. Pencereyi açıp hava aldım, sesini duyabilmeyi o kadar çok istedim ki.

(Pencereyi açar, pencerenin açılmasıyla, dışarıdaki ses içeri odaya girer. Öteki ve Kasap’ın konuşmaları devam eder, fakat sesleri duyulmaz. Dış ses içerdedir. Tank gürültüsü, ses bombaları, silah sesi, savaş uçaklarının sesi, havai fişeklerin sesi, çan ve ezan sesleri birbirine karışmıştır. Dışarının nasıl bir yer olduğu duyulmaktadır. Bu sesler pencerenin kapanmasına kadar devam eder. Seyirci sadece dış sesi duyar)

Öteki – Aynı gökyüzüne bakınca sevdikleriyle iletişim kurabilirmiş insanlar, bu onların inançları. Hissettim onu. Buraya, yanıma gelecekti, kararını vermişti. Hayır diyordum kendi kendime, hayır, şimdi gelemezsin. Kalmalı ve devam etmelisin yoluna, sen artık benim kahramanımsın. O gün dolunay vardı, o kadar pürüzsüzdü ki. Gecenin sessizliğini ilerdeki bir köye düşen bir bomba bozdu. Meteor olduklarını bilirim ya yıldız kaydı demeyi daha çok severim, masal gibi geldiğinden, peş peşe kayıyorlardı, o kadar çoklardı ki… Hem güzel hem kederli. Koşup yetişti. Yanan bir eve girdi, insanları çıkarmaya yardım ediyordu. Köy yanıyordu.

Kasap – Gün ağarırken o dolunay kıpkızıl kesilmişti ve kızıl bir gün doğmuştu. Hayatımda ilk kez görüyordum. Yanan evimizin ve ailemin hatırasının önünde her şeyini kaybetmiş bir şekilde oturuyordum. Yanıma geldi, yerden beni kaldırdı. Sarıldı ve çıkarıp parkesini bana verdi. Uzun uzun gün tamamen aydınlanana kadar beni teselli etmeye çalıştı, sevdiklerinden ayrı kalmanın ne olduğunu anlatıyordu bana, aslında seni anlatıyordu. Sonra orada durmamam gerektiğini mümkün olduğunca hızla kaçmam gerektiğini söyledi. Beni buraya senin yanına gönderdi.

Öteki – Sonra, kahramanlara yakışır bir şekilde, her şeyi ardında bırakıp yoluna devam etti.

Kasap – Sanki oradaymışsın gibi.

(Pencereyi kapatır ve her şey tekrar aynı haline döner, dış ses kesilir)

Kasap – Ne anlattıysan öyle oldu.

Öteki – Hissedebiliyorum bazen.

Kasap – Neden şiir yazmıyorsun? Kahramanlar şiire ihtiyaç duyarlar.

Öteki – Şiir kahramanını öldürür. Yaşayanların şiire ihtiyacı yoktur. Belki bir gün biri yazar.

Kasap – Belki de o gün hiç gelmeyecek, ya da biz görmeyeceğiz.

Öteki – Kahramanlara bu yüzden inanıyorum. İnandığım müddetçe umudumu tazeleyebiliyorum.

Kasap – O geceden sonra bir daha ayı görmedik, endişelenmemiz gerekmez mi?

Öteki – Bu gece de ayı bekleme. “Anneannesiyle, teyzesiyle, babaannesiyle, halasıyla yürümeye gitmiş yine”

(Sahne yavaş yavaş kararır)

III.

(Ertesi gün, öğleden önce)

Kasap – Neden kapan kurmamız gerekiyor?

Öteki – Kendi önlemimizi almamız gerekiyor, güvenebileceğimiz kimse yok

Kasap – Bana güvenmiyor musun, seni koruyabilirim. Farelerden korkman gerekmiyor, ben burada olduğum müddetçe onların ağızlarını kırarım, hele sana yaklaşmaya kalksınlar.

Öteki – Çok çelimsiziz

Kasap – Haklısın. Daha önce bu evde kapan görmemiştim

Öteki – Kapan? Fare kapanı? Galiba satın almamız gerekiyor. Şuralarda bir yerde bir miktar bozuk para olması gerekiyor, gördün mü?

Kasap – Bardağın içindeki mi?

Öteki –Metal bir kutu da olabilir.

Kasap – Onu hiç hatırlamıyorum. Sanki bir bardak olacaktı şuralarda bir yerde.

Öteki – Hatırladım, girişte kapının hemen yanında.

Kasap – Şu ayakkabılığı da atmak lazım, hiç kullanmadığımız bir şeyi saklamak daha doğrusu kullanacakmışız gibi ona sahip çıkmak zorunda mıyız, bırakalım kimin ihtiyacı varsa o alsın sokaktan.

Öteki – Yarın bıraksak olur mu? Bugün dışarı çıkmak istemiyorum

Kasap – Dün de böyle söylemiştin, ondan önceki günde ve ondan önceki günde.

Öteki – Bugünlerde pek keyfim yok.

Kasap – Para… yok sanırım.

Öteki – Bitmiş olmalı. En son ne zaman para koyduğumuzu hatırlamıyorum, sen hatırlıyor musun?

Kasap – İçi tıka basa dolu bir ayakkabılık, bu ayakkabıların çoğu yeni belki sadece bir kez giyilmiş, ihtiyacı olanlara vermeliyiz.

Öteki – Kime mesela? Sokaktan rastgele birini çevirsek ve desek ki, affedersiniz ayakkabıya ihtiyacınız varsa benimle şu apartmanın üçüncü katına çıkar mısınız, ayakkabılığı dışarı çıkarmama yardım ederseniz istediğiniz ayakkabıyı seçersiniz.

Kasap – Bu ayakkabıların tamamı 44 numara.

Öteki – O zaman 44 numara ayakkabı giyen birini bulmalıyız.

Kasap – Neden karşılığında ayakkabı vereceğimizden söz ediyoruz. Neden yapacağımız bir iyiliğe karşılık bir iyilik şartı koşuyoruz ki?

Öteki – Çünkü insanlar, menfaatlerine uygun olmazsa yardım etmezler, ya para isterlerse düşündün mü bunu? Söylediğine göre artık paramız yok. Para yerine ayakkabı vereceğiz ne var bunda, en başından beklenti yaratmıyoruz işte.

Kasap – Bizi anlayacak 44 numaralı bir ayak sahibini bulacağız öyle mi? Sanırım biz bu ayakkabılığı buradan hiç çıkaramayacağız.

Öteki – Zaten, beni hiç rahatsız etmiyor, evin girişini süsleyen bir dekor bırak kalsın.

Kasap – Dışarıda bazı sesler var.

Öteki – Fareler. Bizim mutlaka fare kapanı almamız lazım, mutlaka, önünde sonunda bu kapıdan içeri girecekler, şehir onlarla dolup taşıyor bugünlerde, önlem almalıyız.

Kasap – Sesler gittikçe kalabalıklaşıyor, bir uğultu yaklaşıyor. Bu arada kapan alacak paramız yok.

Öteki – Kendimiz yapabilir miyiz, bence yaparız.

Kasap – Nasıl?

Öteki – Bize ne gerekiyor metal ve tel değil mi, şu koltuk eskidir, içindeki yayları sökebiliriz.

Kasap – Fare kapanının teknik olarak nasıl olduğu hakkında fikrin var mı?

Öteki – Yok, senin? Senin olmalı, sen kapan kullanmış olmalısın, taşralı fareyle daha haşır neşirdir sonuçta.

Kasap – Taşralı olduğum için her şeyi bilmemi benden bekleyemezsin, sen de biraz gayret etmelisin, böyle düşünüyorum

Öteki – Senin elin yatkındır aslında.

Kasap – Senin ellerin de çok narin

Öteki – Dünyada iki çeşit hayvan vardır. Beyinleriyle ve bedenleriyle çalışanlar.

Kasap – Sen hangisine dahilsin?

Öteki – Biliyorsun.

Kasap – Ya ben?

Öteki – Sen her ikisine de sahipsin.

Kasap – Ne fark eder?

Öteki – En az bedenin kadar beynini de iyi kullanabilirsin, kabul et artık sen benden daha beceriklisin.

Kasap – Haklı olman benim kapan yapabileceğim anlamına gelmez, kendi başımıza fare kapanı yapamayız, ya onu satın almalıyız ya da satın almamız için evdeki eşyalardan biriyle takas etmeliyiz mesela şu ferforje sandalye? Nerden baksan antika bir tadı var, ne dersin?

Öteki – Hayır. O olmaz.

Kasap – Kabul et evdeki eşyaların hepsi çöp sadece şu iki sandalye işe yarayabilir. Kapan mı yoksa keyif mi sen seç

Öteki – Bu apartman ne olursa olsun güvenlidir, öyle değil mi?

Kasap – Belki öyleydi bir zamanlar ama şimdi değil. Her gün bir olay çıkıyor. Polis en sonunda toptan kapatacak apartmanı. Her gün bu apartmana gelip zabıt tutuyorlar, her zaman bir olay oluyor.

Öteki – Öyle deme, gelip gitmeleri iyidir, en azından güvendeyiz.

Kasap – Ne kadar sürer bu? Bir hafta mı? Bir ay mı? Bir gün mü? Bir yıl sürmez biliyorsun.

Öteki – O sesler ne?

Kasap – Fotoğrafçılar var mutlaka ünlü biri olmalı.

Öteki – Ünlü mü? Bu apartmanda mı? Hiç sanmıyorum.

Kasap – Pencereden baksana ne oluyor?

Öteki – Dışarısı çok kalabalık, kameralar avluyu işgal etmiş. Canlı yayın yapıyorlar galiba. Demek ünlü biri yaşıyormuş burada, ne garip, hiç karşılaşmadık.

Kasap – Belki de karşılaştık ama tanımadığımız için oralı olmadık, hem ne fark eder, kim acaba?

Öteki – Tahmin edelim mi? Kaybeden şu kapan sorununu çözsün.

Kasap – Sonra bahane yok ama söz mü?

Öteki – Söz. Kim sence?

Kasap – Düşünüyorum, sence?

Öteki – Düşünüyorum.

Kasap – Kaç kişi kaldı ki apartmanda, iki bilemedin üç?

Öteki – Ya uyuduğumuz saatlerde gelip yerleşenlerden biriyse.

Kasap – O zaman bilinemez.

Öteki – Çekiliyor musun yani?

Kasap – Evet, iddiaya tutuşmamız da çok saçmaydı zaten.

Öteki – O zaman kaybettin.

Kasap – İkimizde bilinemeyeceğini söyledik, iddiamız geçersiz.

Öteki – Ama ben çekilmedim, sen çekildin bu da demektir ki yenilgiyi kabul ettin.

Kasap – Öyleyse söyle kimmiş bu ünlü?

Öteki – Poker oyunu gibi düşün, blöf yapmış olabilirim ve elimi göstermek zorunda değilim.

Kasap – Yani ben teslim olana kadar bekleyecektin.

Öteki – Başardım ve kazandım. Kapan olayı artık senindir, bir an önce bu sorunu çözmelisin.

Kasap – Kurnazlık yapmıyor musun?

Öteki – Hayatta kalmaya çalışıyorum.

Kasap – Bu yüzden de yanında kalan tek kişiye kazık atmaya çalışıyorsun.

Öteki – Hayat böyle

Kasap – Hayat böyle değil, sen böylesin.

Öteki – Zor dönemlerde net olmak gerekir.

Kasap – Tüm gün işin gücün şu sandalyede sallanıp durmak, uyumak, uyanmak o kadar, hangi zorluk?

Öteki – Bu dünya beni yoruyor, bu karmaşa, bu şiddet, bu kirlilik. Haklısın yaşamayı unutmuş olabilirim, bu benim suçum mu?

Kasap – Elbette! Tek nedeni sensin. Senin yüzünden bu haldeyiz, ben senin yüzünden bu haldeyim. Battaniyeye sarılıp merdivenden indirilen adam senin yüzünden o halde.

Öteki – Ölmüş mü?

Kasap – Ölmüş.

Öteki – O zaman ünlü biri değildir.

Kasap – Neden?

Öteki – Ünlü olsa battaniye ile indirmezler, en azından ölümü yakışıklı olur?

Kasap – Erkek olduğunu nerden biliyorsun?

Öteki – Bilmiyorum, erkek mi?

Kasap – Hiç fikrim yok. Ama haklısın, ünlü olsa ceset torbasına koyarlardı. Fakir biri ve değersiz, ama neden kameralar var?

Öteki – Belki de azılı biridir?

Kasap – Azılı? Azılı? Katil gibi mi?

Öteki – Hayır, belki militandır.

Kasap – Örgütten mi?

Öteki – Polisin her gün bu apartmana neden gelip gittiği anlaşılıyor. Demek bu yüzdenmiş.

Kasap – Nerden biliyoruz, bence o militansa bile saklanmak için çok yanlış bir yer tercih etmiş, kesin gece biz uyurken geldi, saklanacak daha iyi bir yeri olmadığından, belki öncesinde vurulmuştur, buraya sığınmak zorunda kalmıştır.

Öteki – Fikrim yok.

Kasap – Merdivenlerde kimse kalmadı, sen ne görüyorsun?

Öteki – Aşağısı çok kalabalık.

Kasap – Açsana.

(Pencere açılır ve dış ses içeri girer: canlı yayında haberi anlatan spikerlerin sesleri birbirine karışmış şekilde duyulur.)

Spiker 1 – Dün gece…

Spiker 2 – 22:30 saatlerinde..

Spiker 3 – Kimliği belir-

Spiker 1 – Bir kişi…

Spiker 3 – Polisle girdiği çatışmada…

Spiker 2 – Karşıdan karşıya geçerken…

Spiker 4 – Sayın seyirciler…

Spiker 3 – Biri ağır iki kişi yaralandı…

Spiker 2 – Telefonuna yaşananları kaydeden…

Spiker 1 – Ortalığı kan gölüne çevirdi…

Spiker 4 – Olayın nasıl meydana geldiği bilinememekte…

Spiker 3 – -manda ölü…

Spiker 2 – 35 yaşında…

Spiker 1 – Halkın olayla ilgili…

Spiker 4 – Açıklama…

Spiker 2 – Herkes…

Spiker 3 – İçin…

Spiker 1 – Güçlere…

Spiker 4 – Boyun eğme-

(Pencere kapanır)

Kasap – Duydun mu?

Öteki – Neyi?

Kasap – Ben hiçbir şey duymadım.

Öteki – Gürültü.

Kasap – Ne olmuş, kim kimi öldürmüş.

Öteki – Çatışma çıkmış sanırım.

Kasap – Ünlü değil miymiş?

Öteki – Hayır, sanmam.

Kasap – Demek gece buraya sığınmış, hiç duymamışız. Artık deliksiz uyku uyumamak gerekir, baksana hiç güvende değiliz.

Öteki – Kapanı ne zaman alacaksın?

Kasap – Sandalyenden vazgeçtiğinde.

Öteki – Senin de sandalyen var, çok meraklıysan önce kendininkini ver.

Kasap – O zaman ara sıra sandalyene otururum.

Öteki – Kesinlikle olmaz. Bu benim dünyadaki biricik zevkim, hayatta vermem.

Kasap – O zaman, unut.

Öteki – Öyle olsun, gün gelip fareler kapıya dadandığında pişman olursan, sırf sandalyemde gözün olduğu için sandalyeni satmadığını hatırlatırım sana iş işten geçmezse tabii.

Kasap – Demek bu sadece benim suçum olacak öyle mi?

Öteki – Evet öyle. Unuttun mu sen kaybettin.

Kasap – Sana inanamıyorum, bu herhangi bir şey değil biliyorsun, bu senin nasıl dayanılmaz, çekilmez biri olduğunun ispatı. Ben taşralıyım, farelerle de yaşarım bir şekilde, onlarla yaşamakta zorlanacak olan sensin sen düşün.

Öteki – Baş etmekmiş, nasıl baş edeceğini sanıyorsun acaba. Ya kendimizi korumak için tuzaklar kurarız ya da onlar gelmeden kendimizi hazırlarız… İntihara.

Kasap– Neye?

Öteki – İntihara

Kasap – Yok, benim üzerime vazife değil.

Öteki – Beni yalnız mı bırakacaksın?

Kasap – Neden böylesin?

Öteki – Ne varmış halimde?

Kasap – Hayatta değilsin.

Öteki – Senin kadar.

Kasap – Nasıl anlatsam anlarsın tam bilemiyorum.

Öteki – Bir kere dene istersen, becerebilecek misin?

Kasap – Kendimi ifade edemediğimi düşünmeni istemem. O yüzden aç kulaklarını da iyice dinle. Bizim buradan acil olarak gitmemiz gerekiyor.

Öteki – O konuyu sakın açma.

Kasap – Sen bilirsin, ama fazla zamanımız kalmadı bunu bilmelisin.

Öteki – Hiç değilse evimdeyim. Bir evin olduğu zaman ne demek istediğimi anlayacaksın.

Kasap – Burada güvende misin?

Öteki – Dışarısı kadar.

Kasap – Hani evin daha güvenliydi.

Öteki – Sokağa göre daha güvenli.

Kasap – Söyler misin bana, şu boktan hayatını kusursuzmuş gibi neden savunup duruyorsun

Öteki – Tanrı belki senden daha insaflıdır.

Kasap – Kimbilir.

Öteki – Sadece bir kişinin çıkıp, inanıyorum diye haykırması yeterli.

Kasap – Görünmez değiliz.

Öteki – Biliyor musun şimdi rahatladım işte. En azından birisi şu dünyada beni duyuyor ve bana yardım etmeye çalışıyor.

Kasap – Pek yardım almış gibi görünmüyorsun.

Öteki – Bu da beni ben yapan güç işte, taştan su çıkaramam belki ama deveye hendek atlatabilirim.

Kasap – Ne için? Kim için, söylesene?

Öteki – Kendim için, biraz da senin için.

Kasap – Benim için gerçekten bir şey yapmak istiyor musun?

Öteki – Tüm kalbimle.

Kasap – İstediğimi dileyebilir miyim?

Öteki – Elbette, fakat yapamayacağım bir şeyse, yapamam.

Kasap – Bunu daha sonra istemek isteyebilir miyim?

Öteki – İstediğin zaman.

Kasap – Şu kalabalığa bak, biraz önce birbirleriyle yarışıyorlardı, işleri bitince arkalarına bakmadan çekip gittiler, inan bana bu apartmanı çoktan unuttular.

Öteki – Kimdi ölen?

Kasap – Bilmiyorum.

Öteki – Ne saçma, apartmana biri giriyor ve ölüyor sonra alıp götürüyorlar ve bizim ondan haberimiz yok, ya sen olsaydın, gerçekten üzülürdüm.

Kasap – Ben de üzülürdüm

Öteki – Sen?

Kasap – Ölü olmak üzücü olmalı.

Öteki – Nereden biliyoruz hiç ölmedik daha.

Kasap – Belki de ölüyüzdür, yaşadığımızı ispat edemiyoruz. Bu apartman bir mezarlığa döndü. Azrail kolayı buldu, ölümü buradan organize ediyor, önce insanları bir şekilde tuzağına çekiyor ve pat! Mortingen şıtrayze!

Öteki – Sanmam. Eğer, onun yerinde ben olsaydım işimi sanata dökerdim.

Kasap – İşim öldürmek olsaydı bir kaygım olmazdı. Ne sanatı!

Öteki – Düşünsene, bir görevin var ve canlılar üzerinde ayrım yapmadan onların ruhlarını alıp yaşamlarına son veriyorsun, sırf görevlendirildiğin için sırf layık olmak istediğin için işini daha iyi yaparsın anlıyor musun? Ve inan bana o işini iyi yapıyor, onun adını hiç unutmuyoruz baksana, tüm dillerde aynı anlama geliyor.

Kasap – Ben soyut şeyler düşünmek istemiyorum. Şu an tek düşüncem şu kahrolası yerden, şu bataklıktan bir an önce kurtulmak.

Öteki – Paramızın kalmadığını söylemiştin. Buradan gidemeyiz, unutalım bunu.

Kasap – Hiç denemedik, ne kadar para gerekli olur ki bize, dışarıda da yaşarız.

Öteki – Hiç sanmıyorum. Kabul etmelisin, başımızda şu dört duvar olmasın iki gün dayanamayız.

Kasap – İki günmüş. İki gün. Ben sana yaşamaktan söz ediyorum.

Öteki – Az önce de ölü olabileceğimizden söz ediyordun, tutarsızlığını bana saldırarak örtbas etmeye çalışıyorsun.

Kasap – Düşünüyorum, bazen ayırt edemiyorum haklısın.

Öteki – Ben de senden bir şey istiyorum

Kasap – Hayır, yine mi?

Öteki – Son kez.

(Öteki ve Kasap ferforje sandalyelere otururlar ve sallanmaya başlarlar)

Kasap – Haberin yok mu? Mektubuna el koymuşlar.

Öteki – Hassiktir, neden?

Kasap – Komutanın kalemini kullanmış.

Öteki – Ciddi misin? Nasıl anlamışlar?

Kasap – Mektubu açmışlar, okumuşlar. Sonra çağırıp sormuşlar, bunu neyle yazdın diye.

Öteki – O ne demiş?

Kasap – Kalemle

Öteki – Görüyor musun, basit bir kalem yüzünden.

Kasap – Yok, öyle değil tam olarak. Sormuşlar hangi kalemle yazdın, bize kalemi göster demişler.

Öteki – Sonra ne olmuş?

Kasap – Eğer kendisine izin verirlerse kalemi gidip getireceğini söylemiş.

Öteki – Makul bir çeviklik, doğru hamle.

Kasap – İzin vermişler.

Öteki – Zaman kazanıyor kendine, iyi bir yalan zaman alabilir ama imkânsız değildir. Aniden, düpedüz yalana başvurmak gerektiğinde ya kıvrak bir zekâya ya da zamana ihtiyaç duyarsın. Çok yerinde davranmış.

Kasap – Yerinde mi! Adam, doğruca komutanın odasına gitmiş.

Öteki – İşte dürüstlük! En doğrusu. Sonuçta onun kalemini kullanmış, ayak takımıyla değil doğruca büyük başla halletmek istiyor meselesini, tam bir dava adamı.

Kasap – Salakça bir hareket, daha doğrusu gerizekalılık

Öteki – Sana fikrini sormadım.

Kasap – İki saattir lafımı kesip bitirmeme müsaade etmiyorsun.

Öteki – Mektubu ilk kez okuyorum dolayısıyla yaşıyorum.

Kasap – Ne olmuş yani?

Öteki – Senin nerden baksan beşinci okuyuşundur.

Kasap – İzlendiğimi bilmiyordum.

Öteki – Devam etsene sonra ne olmuş?

Kasap – Nerde kalmıştık?

Öteki – Tam bir dava adamı demiştim.

Kasap – Ben de tam bir gerizekalı demiştim. Çünkü bu gerizekalı paldür küldür komutanın odasına giriyor ve kalemi alıp çıkıyor, komutanın içerde olup olmadığından haberi yok.

Öteki – İçerde miymiş?

Kasap – Evet, çişini ediyormuş, belki de başka şeyler, kim bilir

Öteki – Gözü karadır, aklına koymasın yeter ki. Herkesi şaşkına çevirmiştir.

Kasap – Küçük dillerini yutmuşlar teker teker.

Öteki – Ne olmuş sonra?

Kasap – Sürülmüş.

Öteki – Bu kaçıncı?

Kasap – Üç

Öteki – Kalemi almışlar mı peki?

Kasap – Paşa hediye etmiş..

Öteki – Babalık yapmış desene?

Kasap – Şefkatli bir babanın yapmayacağı kadar. İnsan evladının onurunu kıracak onu aşağılayacak denli küfürler savurur mu hiç mümkün mü bu, önce öpüp okşayıp, uyardıktan sonra, çekip kulağından ağzını burnunu kırdıktan, pencereden aşağı attıktan sonra revire gönderecekken öfkesini yenemeyip diskoya, karanlığın içine atmışlar, küçücük kutu gibi bir yere, iki büklüm o halde saatlerce, ölmemesi bir mucizeymiş.

Öteki – Çok canı yanmış mı?

Kasap – Yazmamış.

Öteki – Pencereden atmasalarmış. Sen nasıl öğrendin bunları?

Kasap – Mektuptan.

Öteki – Hangi mektuptan?

Kasap – Geçen gün gelen.

Öteki – Geçen gün mü? Yakalatmış demedin mi az önce?

Kasap – O başka. Şu ayakkabılığın üzerinde duran zarfı hiç mi merak etmedin?

Öteki – Eski mektuplarından biri diye düşünmüştüm..

Kasap – Eski mektup zaten.

Öteki – Ne diyor başka anlatsana.

Kasap – Neden sen okumuyorsun?

Öteki – Kendime gelmeden gözlerim görmüyor, seçemiyorum yazıları, puslu görüyorum. Sonradan azar azar açılıyor.

Kasap – Hareket etmelisin biraz, bu gidişin hiç iyi değil.

Öteki – Nereye sürmüşler?

Kasap – Sınıra.

Öteki – Bir kalem yüzünden öyle mi, basit bir kalem yüzünden.

Kasap – Yok öyle değil tam olarak. Bu komutanı sevmemiş birkaç konuşmasını sevmemiş, bunu özellikle belirtiyor. Kendisine eziyet edilince de bir ihbar mektubu yazıyor .

Öteki – Ne yazıyor?

Kasap – Dava adamı ya olaya el atmak istemiş. Savcılık kurumuna ne kadar yolsuzluk, alavere-dalavere varsa, hepsini yazmış, yetinmemiş bir de komutanlarını darbe yanlısı oldukları hakkında zan altına bırakmış, darbeye nasıl hazırlandıklarını yazmış. Mühimmatın belli noktalara gömüldüğünü ve bu silahlarla operasyonlar yapıp ülkeyi karıştırmaya hazırlandıklarını yazmış, örnek alınacak adam.

Öteki – Adamın dolmakalemiyle yazmış bunları değil mi? İyi miymiş şimdi?

Kasap – Hiçbir şeyim yok diyor, iyiymiş, merak etmeyecekmişsin. Dolmakalemi yürütmeye çok çalışmış ama başaramamış, sana göndermek istiyormuş.

Öteki – Çok düşünceli.

Kasap – Bildiğin zır deli.

Öteki – Az bile yapmış.

Kasap – İyi yapmamış. Onu yargılıyor değilim, zor koşullar olduğunu tahmin edebiliyorum. Ama böyle dik kafalılıkla rahat edemez.

Öteki – Morali nasılmış?

Kasap – Umurunda değil sanırım, cezaevine de atsalar kaçacağını söylüyor, kafasına koymuş.

Öteki – Tutarlı adam işte. İnatçı. Özgür.

Kasap – Sana katılmıyorum.

Öteki – Bazıları sessiz kalamaz, haksızlık gördüklerinde. Sen bu kadar dert niye yanıyorsun? Çünkü hiçbir şey yapmıyorsun ve sadece çene çalıyorsun. O bizim gibi kafasını kuma gömmedi hiçbir zaman. Bizim gibi yaşamın tehlikesiz ve kendi halinde devam ettiği evrende sıkışıp kalmadı, mağaraları tercih etmedi. Öne atılıp tüm kudretiyle itiraz etti. Sonunu bile bile, kimseden yardım beklemeden. O, öyleydi işte. Onu her zaman alkışlarım ben ve hiç unutmak istemem. Unutulmayı hak etmezler onun gibiler çünkü. Unutulmayı hak eden biziz, anlıyor musun?

Kasap – Çok cesaretlendirmişsin. Senden güç almış, kışkırtmışsın onu.

Öteki – Varlığım yeterli onun için anlıyor musun, bir şey yapmama gerek yok.

Kasap – Biraz daha makul olabilirmiş en azından böyle bir mektubu yazmasına gerek yokmuş

Öteki – O, planını yapmış, kaçacakmış, kaçtı. Giderken zarar vermek istemiş hepsi bu.

Kasap – O zaman neden askere gitti? Askerlik öğrenmek için mi?

Öteki – Belki de o işe de yaramıştır, bir gün evden çıktı ve geri dönmedi, bir yerde çevrilmiş eve gelmeden soluğu askerde aldı, aslında okumak istiyordu, olmadı.

Kasap – Anladım, canını yakanların canını yaktı.

Öteki – İntikam için değil, kimseye kin tutan biri değildir.

Kasap – Keşke ayrı kalmasaydınız.

Öteki – Acıma sakın, acınacak durumda değiliz.

Kasap – Ona benim de bir vefa borcum var

Öteki – Hiç öyleymiş gibi davranmıyorsun ama

Kasap – Yüzüme vurmak zorunda mısın? O, şu yaptığını yapmazdı.

Öteki – Öyleyse neden ona hakaret edip durdun?

Kasap – Senin için canlandırmak istedim, eğer bu tip tepkiler verirsem, daha yoğun yaşayacağını düşündüm, başardım da.

Öteki – Yani benim için mi?

Kasap – Şu dünyadaki tek dostum için.

Öteki – Şanslıyım öyleyse

Kasap – Her şeye rağmen, hayatta olduğumuz için.

Öteki – Eee, kapan ne olacak?

Kasap – Sandalyeden vazgeçtim, ne de olsa bana ait değil.

Öteki – O senin, yanlış anlama, vermek zorunda değilsin.

Kasap – Biliyorum, ama başka çaremiz yok.

Öteki – Haklısın.

Kasap – Şu an ortalık çok karıştı, en iyisi yarın gideyim.

Öteki – Bugünün tadını çıkar.

(Sandalyede sallanırken uykuya dalarlar.)

IV.

( Birkaç saat sonra)

Kasap – Hadi kalk artık. Şu tarihe tanık olmalısın. Sonunda insanlar bir arada

(Kasap pencerenin yanındadır, pencereyi açar ve dış ses içeri büyük bir mitingin uğultusu ve sesiyle girer, sanki büyük bir operasyon başlamış gibidir. Kasap sokağı izlemektedir, Öteki sandalyede uyuklamaktadır. Pencereyi kapanmaya yakın ses iyice azalır ve pencerenin kapanmasıyla kesilir.)

Öteki – Ne oluyor yine avazın çıktığı kadar bağırıyorsun? Ne bu gürültü?

Kasap – Buraya gel çabuk. Bu büyük anı kaçırma.

Öteki – Ne oluyor?

Kasap – Buraya gelip gözlerinle görmelisin olanları. Görüyor musun?

Öteki – Çıldırmış mı bunlar.

Kasap – Savaş demek bu, isyan.

Öteki – Cinayet

Kasap – Onların arasına katılmalıyız.

Öteki – Ne için peki, ezilmek için mi?

Kasap – Hesabını sormak için.

Öteki – Kime hesap soracağız?

Kasap – Her şeye, herkese. Öncelikle üzerimize çöken bu karabasana.

Öteki – Şu insanları görüyorsun değil mi, o karabasanı onlar yarattı. Önce kendilerini hesaba çeksinler. Onların yanında yer alamayız bu onları desteklediğimizi gösterir. Kesinlikle istemiyorum.

Kasap – Ben istiyorum.

Öteki – Çocuk olsan yine bilirsin bu adamlar asker. Hiç kimse bana cinayetleri, işkenceleri haklı gösterme imasında bile bulunamaz. Hiçbir şekilde, anlıyor musun?

Kasap – Neden böyle zavallıymışım gibi bakıyorsun? Sadece sen mi muhalifsin?

Öteki – Ben bir şey değilim fakat o sokaktakiler de değil. Onların derdi bu değil, şu kalabalığa iyi bak, eksik görüyorsun

Kasap – Nedir görmem gereken?

Öteki – Kan istiyorlar, iyi bak onlara. İdeallerin için kan dökebilecek misin?

Kasap – Ahlaktan daha önemli şeylerin olduğu günleri tarihçiler hatırlayacaktır bir gün, ama o gün bugün değil.

Öteki – Neymiş ahlaktan daha önemli şeyler?

Kasap – Hayatta kalmanın yasaları. Aç bak. Ahlak adına rastlayabilecek misin herhangi bir yerinde o kitabın. Ahlakmış.

Öteki – Böyle konuşmamalısın.

Kasap – Sen değil miydin kahramanlar nerde kaldı diyen. Al işte dışarıda o kahramanlar. Geçmişte neye inandıkları neyi destekledikleri umurumda değil. Bugün düşmanımız aynı, devirmek için beraber olmalıyız.

Öteki – Ya sonra?

Kasap – Sonrası daha güzel bir dünya. Huzur.

Öteki – Defettiklerinden daha kötü olmayacakları ne malum? Kanı kanla yıkayamazsın.

Kasap – Benim için önemli değil. Bugünü düşünmeliyiz.

Öteki – Devrimler bugün için yapılmaz.

Kasap – O da buradadır belki kim bilir.

Öteki – O mu, sanmam. Benden farksız düşünmez o.

Kasap – Dünya değişti artık. Bilmiyorsun neler olup bittiğini. Yaşayıp yaşamadığını da bilmiyoruz, belki de bu isyanın lideridir.

Öteki – Tatlı sularda yaşamak için doğan bir balık açık denizde yaşayamaz.

Kasap – Biz mi tatlı su balığıyız?

Öteki – O olacak değil ya.

Kasap – Ben kararımı verdim. Onlara katılacağım. Evde öleceğime dövüşerek ölürüm. Belki kahraman olurum kim bilir.

Öteki – Bu hiç tanımadığın insanların arasına karışmamalısın. Ezilirsin, yaşayamazsın.

Kasap – En azından şansımı denerim. Belki bir gün O’na duyduğun saygıyı bana da duyarsın.

Öteki – Gitmeni istemiyorum. Gidersen ölürüm, tek yaşayamam.

Kasap – Denemeliyim. Bir kere olsun bir şey yapmak istiyorum. Neye mal olursa olsun.

Öteki – Benim hayatımı da tehlikeye atıyorsun. Ölümümün sorumluluğunu taşıyabilecek misin?

Kasap – Kazanırsak, evet. Önemli olan senin benim hayatım değil önemli olan kazanmak, başarmak. Hayatımın hiç önemi yok artık. Senin içinde üzgünüm. Elimden bir şey gelmiyor. Anlıyor musun, belki her şey iyi olabilir, denemeliyim.

Öteki – Sen bir millete mensup değilsin, olmaya çalışmamalısın da, ne çabuk unuttun başına gelenleri?

Kasap – Evet, değilim, unutmadım da. Fakat artık bu yaşananlar yaşanmamalı, bitmeli anlıyor musun, bitmeli.

Öteki – Biraz sakinleş, acele karar verme.

Kasap – Bu zamana kadar hep yanındaydım, ama artık kendi başının çaresine bakmalısın.

Öteki – Demek gideceksin?

Kasap – Evet, kararımı verdim, aslında uzun zamandır düşünüyordum, senin de benimle gelmeni isterdim ama sen inatçısındır, gelmem dediysen gelmezsin.

Öteki – Benim yerim burası, senin ki de öyle.

Kasap – Bir yerim yok, sadece daha huzurlu bir yerde yaşamak istiyorum o kadar. Belki her şey düzelince hayatlarımız da farklı olur ha.

Öteki – Zannetmiyorum, şu kapıdan çıktıktan sonra her şey daha kötüye gidecektir. Ve sen olmazsan ben yaşayamam, bunu biliyorum.

Kasap – Böyle ayrılmak istemiyorum.

Öteki – Ne istiyorsun?

Kasap – Kardeşin olmak istiyorum.

Öteki – Sen gidince ilk işim seni hemen unutmak olacak, hatırımda tutmak için çabalasam da nafile, sen olmasan ben O’nu bile hatırlayamazdım biliyorsun.

Kasap – Sen güçlüsün, ben dönene kadar bekle şüphelerinde ne kadar haksız olduğunu ispatlayarak döneceğim. İnan bana, bir kez olsun inan. Artık burada duramam anlıyor musun? Geleceğim söz veriyorum döneceğim.

Öteki – Sen insanların dünyasına ait değilsin, burada benimle kalmalısın ve beklemelisin, dediğin gibi eğer O, değişmişse ve bu kalabalığın içindeyse buraya evine gelecektir, o geldiğinde kurtulmuş olacağız. Beklemelisin. En iyi yapacağımız şey bu. Beni yalnız bırakma, hayattan vazgeçme, hem kendini hem beni düşün, gidersen ölürüz.

Kasap – O, burada değildir diyordun hani. Anlasana, çaresiz kaldığımız için gitmek zorundayım, sadece bizi düşünüyorum. Ya başarırsam, denemek zorundayım. Diyelim ki gitmedim ve O da gelmedi, zaten fazla şansımız yok biliyorsun. Şu rutubet öldürecek bizi sonunda, yosunlara dayanamayız, duvarlara yaklaşılmıyor, bu pis koku beynimizi zehirledi.

Öteki – Dışarıda seni bekleyen tek bir şey var, yapma.

Kasap – Gidiyorum.

Öteki – Bu şekilde mi, öylece, çekip kapıyı çıkacak mısın?

Kasap – Vazgeçmeyeceğim.

Öteki – O zaman bahtın açık olsun.

Kasap – Geri döneceğim.

Öteki – Dur! Buraya gel ve şu insanlara iyi bak, kim bu insanlar, ayırt edilmiyorlar bile. Ya nefret ettiğin düşmanlarının ta kendileriyse o zaman ne olacak. Elinde bayrak tutanın insafından sana sığınırım.

Kasap – Bayrak mı?

Öteki – Evet. Bu bir devrim değil, bu bir darbe.

Kasap – Darbe mi? Nereden anladın?

Öteki – Bu insanlar sivil değil, onlar bir ordu, arkasına sivilleri almış ve iktidarı devirip hesaplaşmak isteyen bir ordu.

Kasap – Ordu mu?

Öteki – Üzgünüm. İnsanların dünyasına akıl sır erdiremezsin onlara güvenemezsin.

Kasap – Darbeye katılamam.

Öteki – Sonunda mutabık kalabildik, çok şükür.

Kasap – Neden ama?

Öteki – Hayal kırıklığına uğradığını biliyorum, ama güçlü olmalısın. Maalesef, her şey başa dönüp duruyor, güzellik vaadiyle gönlünü çelen daha sonra kalbini söküp uzaklaşıyor.

Kasap – Tıpkı rüyandaki gibi

Öteki – Belki de, rüyamın bana anlatmak istediği buydu.

Kasap – Ya şimdi ne yapacağız?

Öteki – Akşama sabaha darbe olacak demektir, erzak almamız gerekir hem de bir an önce.

Kasap – Ya kapan?

Öteki – Onu ben yapacağım, senin satman gereken iki sandalye var.

Kasap – Sandalyenden vazgeçiyorsun öyle mi?

Öteki – Yiyecek bir şeyler almalıyız, yoksa dayanamayız.

Kasap – Zamanımız da yok demene göre, hemen çıkmalıyım.

Öteki – Kendine dikkat etmelisin, kalabalığa sakın yaklaşma, mümkünse onlara görünme bile.

Kasap – Dikkatli olurum.

Öteki – Çabuk ol, bugün kısa sürebilir.

Kasap – Daha önce bir darbe gördün mü? Ben hiç görmedim

Öteki – Görmeni istemezdim.

Kasap – Korkmalı mıyım?

Öteki – Tedbirli olmalıyız. Bizim bizden başka dostumuz yok, bir arada kalabildiğimiz sürece güçlü olacağız. Bunun da üstesinden geleceğiz.

Kasap – Dışarı çıkmaya korkuyorum.

Öteki – Hep korkuyordun.

Kasap – Evet.

Öteki – Seninle gelmemi ister misin?

Kasap – Hayır, tek başıma üstesinden gelebilirim, hem o kadar laf ettikten sonra. Öyleyse şimdi bir şey isteyeceğim senden?

Öteki – Elbette.

Kasap – Bana O’ymuşum gibi sarılır mısın?

Öteki – Hayır

Kasap – Anlıyorum.

Öteki – Sana O gibi sarılamam, ama dostum Kasap gibi sarılabilirim

Kasap – Öteki

Öteki – Dikkatli ol olur mu

Kasap – Biliyor musun, olağanüstü güçlere sahip olmayı istedim şimdi.

Öteki – Daha fazlasına sahipsin.

Kasap – Keşke emin olabilseydim

(Kasap toplanıp çıkmaya çalışır, çıkmak çok zordur, sanki zıt kutuplar gibi geriye sağa sola itiliyordur. Uzun bir süre başaramaz. Buradaki zıt kutup itmesi abartılmamış ve estetik olmalıdır, sonra zor da olsa çıkmayı başarır. Kapıdan çıkınca kapıyı kapatır ve kapıya yaslanır kalır sanki kapıya mıhlanmış gibidir. Kapıya yaslandığı gibi Öteki’nin ışığı söner, Kasap’ın ışığı yanar, aynı zamanda dış seste farelerin sesi ve Kasap’ın hızlı hızlı nefes alış verişi duyulur. Öteki’nin de ışığı yanar. Öteki içeride penceren dışarı bakmaktadır. Kasap ve Öteki’nin tedirginliği bir süre görünür, sonra sahnenin kararmasıyla Kasap bir anda gözden kaybolur.)

V.

Öteki – (Sahnenin genel ışıkları tamamen açıktır. Yosunlaşmış duvar görünür, bu bize zamanda ilerlediğimiz hissini vermelidir. Bu bölüm Öteki’nin düşüşünü gösterir, sanki Kasap gideli çok olmuş gibi olmalıdır. Öteki’nin her bölümde zayıf görünmesini sağlayacak şekilde üzerindekileri çıkarması gerekir. Bu makyajla yapılmalıdır. Son bölümde, Kasap’ın gitmesiyle üzerinden son kıyafetini çıkarır, bedenine kemiklerini daha çelimsiz gösterecek bir makyaj yapılmıştır o haliyle görünür. Pencereye yürür, pencereyi açar ve dış ses içeri ses bombası, biber gazı şeklinde girer. Biber gazı kullanılmıştır. Öteki gazın etkisiyle, sersemler, yutkunmaya çalışır, gözlerinden yaş gelir ve pencereyi kapatamadan olduğu gibi yere yığılır, son bir hamleyle sandalyesine tutunup çıkmaya çalışır ve sandalyeyle beraber devrilip düşer. Sahne kararır ve kapı gürültüyle vurulmaya başlar, ama gelen kimdir görünmez.)

Son

Not: Bu metin oyunun 2012’deki ilk hali, bugün tekrar yazılıyor. Bir metin hiçbir zaman tamamlanmış sayılmamalıdır.

Ali Aydemir

EKSİLDİ YANIM

-eflatun nuri ‘ ye

yaprak gecelemeye indiğinde suya titrediğini duydum

seni isteyen bedenimin

ayartıyorum seni düşlerim

bahçemdeki gülün karda tomurcuklandığını görmeni istiyorum belki

unutmuşum, cihangir’ de yaya kalanın ben olduğunu öyle ya

gülüşü kaç kez değişti ayın

deniz

hırçın bir kadın gibi dövüyor beykoz’ u ve biriktiriyor unutuşları kıyılara

gözlerini hatırlatan dünlerimle indim rüzgarın omzundan yürüdüm, bulamadım seni

böyle düşlememiştim seni İstanbul

beni bağışla

aynı aşkla çaldım kapını yalnızdım

konamadım suyuna

Ali Aydemir

Tiz Cargah

Ömür Kılıçaslan’ın hatıralarıyla

Tutunun çocuklar, dirseklerimiz kayıyor
Annelerin gözyaşlarında arkadaşları olanlar bilirler
Bir gün akşam olmuyorsa, ay da dolduramıyordur boşluğu, sonunda ve hep sonunda
İyiler bizi terk eder, sonunda ve hep sonunda, yerçekimsiz bir şarkı…

Tiz cargahla havalanan o kuşlar nasıl konuşursa, susarak
Duyarız ya. Ağlamazdan gelmeye en hariç şeydir bazen o, ulu,
Sessizlik. Tavan arasına çıkarken varılan Çin. Sanki bir fotoğrafta
Sesleniyor arkadaşlar arkadaşlar arkadaşlar ömür

İnsan ölüyor çok fazla yalnızlıkta, susmuyor kendine konuşmaları,
Sanki sağır olacağız da bir daha hiç annelerimizi duyamayacağız, sanki
Hatırlamaya çalışmıyor muyuz annelerimizi, arkadaşımız da annemizdir, hatırlanırsa
İnsan çok fazla ölmüyor aslında, bunlar rüyaysa, uyanamıyorsa ya da

Ali Aydemir

Biz Hayvanlarla Aynı Tarihi Paylaşıyoruz

biz hayvanlarla aynı tarihi paylaşıyoruz,
bir yere varmak neden uzun sürsün başka, aynı umutsuzluk,
aynı korku ve aynı korkunç geceler,
ihanetle suçlamaktan vazgeçtiğimiz her şey yani.

bilmezlikten gelmek seçenektir, kırk at tek nal
davun yılının habercisi kılıçların yere saçtığı kanlar
durma takip et, başarısız bir şiiri peşi sıra
hakkın hep senin, bizim orada yani aslında şurada,
pangaltı’da değil, küçükler için söylenmiş bir söz durur. göğe atılma.

durma takip et, suçla bir şeyleri. bir nehrin yatağına saldır,
üvey kalbini sök hançerinle, kol kaslarına güven, 
geçebilirsin bu nehrin ötesine öyle vaat ettin
fakat çalınabilirsin şarkı söylediğin için, haydutlar içinde bir haydut
sen şair olansın, takındığın pırlantalar arasında en gösterişlisi
mutsuz halinde bu işte senin. fısıltıyı bırak, daha yükselt sesini.

nehrin sarp yerleri karanlıktır, kaygan kayalıktır, aysız ve yıldızsızdır
deli çakallar insan boyunda zebanidir, kurtları düşürürler tuzaklarına
ve ordularıyla dolaşan domuzları
bu kara karada, seslerin ardışık halde sustuğu
ışıkların kendi içine kapandığı, yerin ve göğün gücendiği
sen durma seslen
bu alacakaranlıkta pur toprağa basan
ayaklarından başka, bir de bakışlarından, affedeceğin kimse yok.

affet kendini, bağışla ve kavak
ağaçlarına tutunma kırkını geçtikten sonra.

böyle geceler için silahın, tetikçilerin, mühimmatın ve baş parmağın
kibar, kentli aklın, vurdumduymaz tavrın, korkusuz bakışların
yalnızsın, durma çağır onları, duyduğun her çıtırtı ürpertiyor seni

böyle karanlık gecelerde duyduğu şeylere katılan halklar gibi
sende duymaktan korkarsın, koklamaktan korkarsın,
her şey hep yaklaşıyor gibidir ve her şey hareket halinde,
tehdit içerir hep ama hep uyanmak istersin. insanın uyanabileceği bir
uykusunun olması bir şey değil mi? Düşün,
bir uykun olsaydı kendini çimdikleyip dürtmez miydin?
kara kara’da akşam, nehir sandığın bir dere, ulak sandığın
baş parmağın, söktüğün kalbin ve sen bir cesetsin,
artık korkmayı bırak.

biz hayvanlarla aynı arabistan’ı ve coğrafyaları paylaşıyoruz,
aynı örümcek ağını aynı spirali, aynı doğal akortları,
aynı muhteşem armonileri ve aynı kuşkuyu paylaşıyoruz

söze nerede başlayacağını unuttuğundan beri peşine
düştüğün tarihçi, yalan konuşuyor
kimin nerede bileğini keseceğinden,
ve muhteşem evetinden sonra
tatsız ve neşesiz seni alkışlıyor

katırların ahını aldın sen
çocukların adını kullandın sen
öfkenle dilime küfrettin sen
meramını açık ettin sen
kervana hile sen, gafil sen
karanlıkta hicivken yolunu kaybeden sen

biz hayvanlarla aynı duyguyu paylaşıyoruz
aynı ferahfeza taksimini aynı saz semaiyi
aynı yere varmak uzun sürüyor bu yüzden
aynı anda adım atmak, ne fazla ne az
düşünüyorsak ihtimal arıyoruzdur
düşüyorsak kalkıyoruzdur,
doğumlar, ölümler
pişmanlıklar, sevinçler
aynı anlamın kelimeleri acelesi olmayan.

durup durup yürüyoruz
hayvanların arasında
insanlarla
yarın varacağımız o yere
seni çağırmıyoruz

Ali Aydemir

Ölü Manşetlerin İçinden Bir Şiir Çekiyorum Türkçe’ye

şimdi nereye gömsek ölüleri, bir baş yukarı kalkar 
dosdoğru kalkar, lirik bir şiir sanırsın, halbuki 
kamburdur itoğluit, geneleve gider her sabah 
bıçkındır, laleli ondan sorulur herkes uyuduğunda, dedim ki sonra 
bu şiir gömülürse yani becerirse ölmeyi yani ölürken öfkelenirse 
tek bir imge bile kıpırdamaz ölüler içinde 
biz ölüleri nasıl severiz oysa, güzel severiz, esrik severiz gençse severiz, çocuksa severiz, mertse severiz, asiyse severiz 
kızsa severiz, intiharsa severiz, şairse çok severiz 
eski anılarla severiz, (yeni) rakıyla daha çok severiz 
ölçüsüz severiz, değersiz severiz, (dostlar alışverişte görsün) cenazede severiz ölü severiz, 
yaşayan ölüleri ingilizce bile severiz 
güzel ölüler ülkesiyiz, her yanımız şair-i devlet 
her ölüme süratle sicil veren eleştirmenlerdir 
onaltısında romantik yirmisinde kominist kırkında marksist kırkbirinde 
duayen, kim midir şair, hinoğluhin, beyaz sayfa açar sanırsın küfreder Lâhavlevelâkuvveteillaâbillâhilaliyülazim! birkeresindeelindekimikrofonuısırıncaherkessırayageçtikarşısındapadişahımçokyaşaogün
denberiperayakorkusalanosmanlıdelikanlısıgibiyayıldıkçayayıldıortadoğuya   

bu ölü gömülmelidir ve devlet çekilmelidir parklardan 
iki sevgilinin ellerinden, öpüşlerinden dudakların, kızların etek boyundan, 
rahimlerinden kadınların, sonra cezaevlerine sigara bağışı yapılmalıdır 
ben bir gün muhaliftim ve yarın devrimdi ve sonra abimi astım bir ağaca 
kötü adamlık kötü kardeşlik kötü çocukluk benimki her şey kötülüğe dair 
şu uçsuz bucaksız manşetler, her şey kötülüğe, 
ölüler gömülmelidir ve dünya nefes almalıdır belki bir bira , kimse çıkmasın evinden işe gitmesin ve para harcamasın bugün 
kimse sevişmesin, kimse okumasın, açılmasın televizyonlar, Facebook’a girilmesin, 
Twit atılmasın, kimse beğenmesin birbirini, kötü mü? 
ne zaman iki ölü yan yana gelse maraz çıkar pekala çıkar 
bir karış toprak için o yüzden isteyen saksılara gömülmelidir ölüler gömülmelidir ve devlet çekmelidir elini şiirden şiir beklemeden çekilmelidir ve şairler ayağa kalkıp haykırmalıdır bir ağızdan: 
dilsiz ve sağır adam evine dönmelidir bu akşam 

Ali Aydemir

Karga ve Kadın

Kendimi mi varetmiştim senden, yitirdiğim

kemik benim değil ki, bir tabak gibi kırılan,

bilek gibi kesilen. Burada çok kemik var. 

Herkeste çok var. Kalp yok kalp yok kalp yok.

Buhuru tüten kemik, kalp değil. Hiçbir şey 

değil. Kaçıncı günüydü unuttum. Kemik bir gün

biraz patladı, saçma boşluk aptal

Çamura şekil verebilirdim kemik bükülmüyor.

Dilin kemiği yok derken kemiğin dili yoktur, 

derim.

Ne bu çağda ne de sonra, elveda.

Ali Aydemir

Sineklerin Musikisi

Hiç ses yok, sessizliği kollayan vahşi bir şeyle yürüyoruz. Evler, duvarlar ve sokaklar yok. Parasızlık yok. İşsizlik:

Balo Sokak’ta birkaç kadın ellerinde anketler, sana soruyor bana soruyor Kadınlar korksalar bu kaldırımda durmazlar. Çırak olsalar. Açlar:

Bahriyeli Pub’ın kapısında, ışıkla dışarı sızan sinekler hepsi sonra erkekliğin kafasını koparacak, hayat denilen o anda, öyle olacak;

Midyenin mucidi Mardinlidir. İstanbul’da ve Akkiraz Sokak’ta kime sorsan aynı cevabı alırsın boşlukta sallanan. (çamaşırlar-

dan)

Zaten bir kurbağa diğer bir kurbağaya şaka yaptığında kaka olur, derbi maçı izleyen birkaç hemşeri için zalım arma

Bu yüzden bir çekirge zıplayabilir ama iki çekirge öldürülmelidir tabancan yoksa Türkiye şiirinde tuz var: gez, göz, arpacık

Sineklerin musiki bilgisi insanlık tarihi gibidir, önce yadırgarsın sonra ürkersin,

boş bir ayak kara bir tahta

AHMET ASLAN ile SÖYLEŞİ

AHMET ASLAN SÖYLEŞİSİ

Ali Aydemir: Cemal Süreya ile aynı coğrafyada geçirdiniz çocukluğunuzu, Cemal Süreya az da olsa bahsettiği çocukluk anılarında, o dönemki şartları ve zorlukları ifade ediyordu hatta öyle ki bir anısında, başından geçen trajik bir hikâyeyi aktarırken“Tarih öncesi köpekler havlıyordu” ifadesini kullanıyordu, sizin gözünüzde nasıldı Dersim?

Ahmet Aslan: 60’ların başında bir sükûnet vardı, çocuktuk belki biz fark etmemiş olabiliriz tabii. 80 darbesinden sonra bir sükûnet yaşandı. O sükûnet içerisinde tekrar aktif, politik, sol ve ulusal mücadele yapılanmaları oldu. Aslında bir geçiş dönemiydi, farklılıklar söz konusuydu. Onla beraber gerek edebiyatta olsun gerek eğitim sisteminde Aziz Nesin’lerin, Yaşar Kemal’lerin döneminin, 68 kuşağının ve Nazım Hikmet döneminin dinamiği vardı coğrafyada. Bu birikimin az da olsa kokusunu alabiliyorduk. Tabii önemli olan bulunduğun coğrafyada yaşamak ona dokunmak. Cemal Süreya’nın, yaşlıların, okuma yazma bilmeyenlerin, sözlü olarak aktardıkları hikâyeler vardı, duyuyorduk. Fakat Cemal Süreya’nın avantajı çok daha büyüktü, o şairdi, yazardı, edebiyatın içindeydi ve bu yaşananları yazılı hale getiriyordu. Bu çok önemliydi.

Ali Aydemir: İskân konusunda ne düşünüyorsunuz? Zorunlu iskân mı vardı yoksa Cemal Süreya’nın deyimiyle “Mecburi İskân” mı?

​ 

Ahmet Aslan: 60’lara kadar mecburi bir durum vardı hele 38, kaçınılmaz bir durumdu, kuşağın illaki değiştirilmesi gerektiği açısından. Aşiret reislerinin durumu biliniyor. Cemal Süreya’nın bahsettiği nokta kendi çocukluğudur zaten. Belirli, aktif olan, aşiret büyükleri, belirli nüfusu olan insanlarla beraber halktan insanlarda bir zorunluluk söz konusuydu. 80’lerde böyle bir zorunluluk yoktu, göç vardı, göç ekonomik şartlardan veya siyasi olayların tırmanmasıyla beraber kişilerin kendi mecburiyetiydi ama zorunlu göç 70’lerde, 80’lerde çok daha az görülüyordu.

Ali Aydemir: Müzikal başlangıcınız nasıl oldu o coğrafyada yaşamınızı şekillendirmeye başlarken?

Ahmet Aslan: Yaşlılar çalıp söylüyordu onları dinliyordum, ailede müzik yapan yoktu ama herkeste az da olsa bir elementi vardı, müziğe karşı, sanata karşı bir duyarlılık söz konusuydu. Fakat bizim evin içerisinde Suziki yöntemi vardı. Suziki yöntemi Japon toplumunun bir yöntemidir; küçük çocuğu keman dersine verirken onun kemanını hep yüksek yere asarlar evin içinde ve günde 10 dakika verirler çalması için, tehdit amaçlı kullanırlar kemanı, söz geçirebilmek için kendisine, uslu durmazsa söz dinlemezse kemanı alamaz, bu durum çocukta tutkuyu geliştiriyor, enstrümanına karşı tutkusu gelişiyor. Bizim evin içinde de böyle bir şey söz konusuydu, saz koyulmuyordu, sanatla uğraşmak alakasız bir durumdu. Ama hayatın içerisinde sanat vardır. Babamım duvar yapması ya da amcamın çeper yapması, o da sanatın zaruri bir ihtiyaç olduğunu ve yaşamanın içinde olduğunu gösteriyor ama çok az görebiliyorduk bunu. Her insanda da var olduğuna inanıyorum sadece egzersiz yaparak geliştirebiliyorsun. Müzikle ilgim böyle başlayıp devam etti. Sonra eğitim başladı, yarı eğitim oldu sonra da Avrupa’ya gittim. Bunu şöyle de çok abartmak istemiyorum, zorunlu bir Avrupa durumu değildi. Ülkede savaş tırmanıyor, ekonomik durum var, geleceği düşünüyorsun yaşam kargaşası içinde, herkes gidiyordu ben de o şekilde gitmiş bulundum. Çok siyasi bir durum var, ben bulunmaz hint kumaşıyım, siyasetçiyim gibi bir durum söz konusu değil. Bunu köyden hiç okuma yazması olmayan biri de talep ederek Avrupa’ya sunabilir, sonra kendisine bir siyasi hikâye yaratır, bir bakarsın ki siyasi tarafı olmayan bir adam iltica mahkemelerinde sonra o hikâyeyi saatlerce sana anlatır, gerçekmiş gibi, ben işte falan gün falan tarihte, iftihar ederek kendine rol biçer ve siyasi bir durum çıkarır ortaya. Çokta siyasi olmamız gerekmiyor, bulunduğumuz yer gerek Kürdistan olsun gerek Dersim olsun zaten siyasi boyutu olan yerlerdir. Oranın kimliğinde olmak zaten potansiyel suçtur. Oranın bir hırsızı da olsan, sen, yine bir siyasi suçlu olarak görülürsün. Türkiye’nin koşullarında bu böyledir. Bunun üzerine kendimize çok fazla bir rütbe koymayı çok objektif görmüyorum.

Ali Aydemir: “Bir yaranın iyi tarafı olur mu? Benim için olmuştur, dezavantajlarım avantaj haline gelmiştir. Bu yüzden düşme çizgisi olarak tercümanı oğlun şey tersine de dönebilir. Ben sıradan ama kendini çok talihli gören bir şairim” diyordu, Cemal Süreya, sizin söylediklerinizle bir paralellik gördüm, siz de sıradan bir insanın da yaşayabileceği duygular olarak da görüyorsunuz, öyle ifade ediyorsunuz, abartıya olan tavrınızdan bunu anladım?

Ahmet Aslan: Yaşamın içerisinde öğrenilebiliyor çünkü. Belli bir seviye kat ettikten sonra insan ön plana çıkar, sanatçı olabilir, yazar olabilir, çizer olabilir, müzisyen olabilir, aydın olabilir. Son zamanlarda, biraz da popüler olduğun zaman, röportajlarda görüyorsun: “Nenem anlatıyordu,” diye başlıyor adam, “ben ta beş yaşındayken nenem anlatırdı, ben de ağlardım.” Bir çocuğun bilinci bellidir. Ben öyle görmek istemiyorum. 5 yaşındayken, 7 yaşındayken, 15 yaşındayken duyarlı değildim, hatta şu an bile belki duyarlı değilim. Çocuktum, anlatılıyordu. Kulağıma istemesem de giriyordu laf ama şimdi bilince çıkardım, bu çok daha doğru bir ifadedir. Ama bakıyorsun, müzisyen başlıyor, yazar başlıyor, öbürü başlıyor: “Ben 7 yaşındayken çok bilinçliydim.” Bunu doğru görmüyorum. Alevilikte de böyledir. Alevilik, yaşamın içerisinde öğrendiğini söylüyorlar. 5 yaşındayken senin annen baban sana zorla oruç tutturmuyordu, hatta sen tutuyordun, bırakmıyordun, çünkü çocuksun, hafızan zayıflar, tahrip görür diye sana oruç tutturmuyorlardı, sen tutuyordun, öğleye kadar bazen tam gün. Bulunduğun yaşamın içerisinde öğreniyorsun. Kaşık tutmayı da annen baban öğretmiyor, öğreniyorsun. Bu sadece insana has bir şey değildir. Kuş uçmayı annesinden öğreniyor ama özellikle öğrendiği bir şey değil, seyrederek öğreniyor, doğal olarak öğreniyor bir süre sonra, yaşamın içindedir, dokunuyor, dokundukça birikiyor, şekillenmeye başlıyor. Ben böyle bakıyorum.

Ali Aydemir: Müzik herkese farklı hissettiriyor kendini, mekânı, zamanı ve her türlü dış etkeni umursamıyor bunu yaparken, algımızı çok etkiliyor ve bunu sadece sesle yapıyor. Sesin bir kültür olduğunu düşünüyorum. Sizin de kendinize has bir sesiniz var. Sesinizle ilgili kimi röportajlarda mizahi olarak ifade ettiğiniz yaklaşımlar olmuştu. Türkçe okuduğunuz halde Zazaca anlaşıldığınızdan ya da Zazaca okuduğunuz zaman Türkçe anlaşıldığından mizahi olarak bahsettiğinizi de okumuştum, bunu sormayacağım. Ben sesin, şiirde de böyle olduğunu düşünüyorum, bir değer taşıdığına inanıyorum hem evrensel hem de tarihsel olduğunu düşünüyorum sesin, bu yüzden de sesinizin önemli olduğuna inanıyorum, siz ne düşünüyorsunuz? Sesiniz ne anlatıyor bize? 

Ahmet Aslan: Sanatın kendisi insanın bedeninde olan bir şeydir, çünkü elle işaret ederken yetersiz kalıyorsak, sözle tamamlıyoruz, onunla tamamlayamazsak sesle tamamlıyoruz ya da bir enstrümanla tamamlıyoruz. Belki de bu sesim bana da ait değildir. Yirmi tane adamın sesi içerisinde kollektize edilmiş, birinde vücut bulmuştur, onu da ben sadece kendi ağzımdan ifade edebiliyorum. Bazen bir şarkıda anlaşılamam durumu olabiliyor, Türkçem Zazaca gibi anlaşılabilir ya da Zazacam Türkçe gibi anlaşılabilir. Bu benim Kürt olmam ya da Zaza olmamdan kaynaklıdır. Türkçeyi o şekilde kullanmam genetik bir durum değil. Aslında coğrafyanın kendi içerisinde baktığın zaman Türkçe söylenenleri de anlayamazsın. Muharrem Ertaş’a, Abdallara baktığın zaman mesela “Germani” diye bir kelime söyleniyor, sonra tekste bakıyorsun germani diye bir kelime yok, müzikle bütünleştirerek baktığın zaman tekste olay çok başka bir şeydir, ama adamın söylediği başkadır. Mesela “güzellik” kelimesi, Veysel, “Güzelliğin on para etmez” diyor. Fakat Veysel’in kendisinde “Gözeliğin” diye geçiyor. Bizim orada “toprak” demiyorlar da “torpak” diyorlar. Bu yörenin kendine verdiği inisiyatiftir, coğrafya etkiliyor. Bir insanın gırtlağını, konuşma biçimini coğrafya belirliyor, daha doğrusu etkiliyor. Standardizasyona da biraz karşı olmamdan da kaynaklanıyor benim için. Bir Türkçe dilini standardize ediyorsun ama bir Veysel’i anlamıyorsun ya da Muharrem Ertaş’ın cümlelerini anlayamıyorsun. Türkçe konuşuyorsan İstanbul Türkçesi konuşman gerekiyor. İstanbul Türkçesi bana çok yapay geliyor. Metropol Türkçesidir. O zaman İstanbul’u esas alalım, biz tüm Türkiye ya da Kürdistan ya da bu topraklar üzerinde bu dili konuşan herkesi hangi Türkçeye standardize edebiliriz. Bir standardizasyonu olmaz, gidiyorsun Orta Anadolu’daki bir insanı anlamıyorsun, o da Türkçe konuşuyor oysa. Onun ki çok daha farklı hiç anlaşılmayan bir dil gibi geliyor, ironi budur aslında. İstanbul Türkçesiyle ben türkü okumam, İstanbul’un bir kültürü yoktur. İstanbul’a has bir yemek kültürü bile yok artık, gidiyorsun bir Adana döner, Urfa istiyorsun mesela. Ama nedir import edilmiştir. Adana’dan buraya gelmiş burada icra edilmiştir. O yüzden İstanbul Türkçesi dediğimiz dili ya da iletişim kanallarında kullanılan dili İstanbul dışına çıkararak, tüm halklara standardize edemezsin. Bu müzikte de aynıdır. Müziği bir söylemek vardır bir de notaya almak vardır. Bakıyorsun TRT repertuarlarına Kürdistan bölgesinden gelen şarkılara ya da halk ezgilerine bakıyorsun, notaya yazılmışlardır, kaydı yoktur ortada, adam nota gibi gidip yazmış orada, adam nasıl söylüyor önemsememiş. Zaten dilini değiştirmişsin hadi onu boş ver de, diyorsun ki melodisini bari doğru taşımış olsaydı. Sonra cumhuriyet döneminde bir perde sistemi geldi bağlamaya, si bemol iki, dedikleri. Bizim avantajımız olur ya da kazancımız olur aynı eseri gidip yaşlılardan dinlemek. Dinliyorsun onları, perdesi başka yerde, koma iki dedikleri matematik hesabıyla çıkarılan bir şeydir ya da mantık üzerine kurulu, iki ses aralığı budur, ortası da budur, onun da yarısı budur, diyerek hesaplanmıştır. Ama bir bakıyorsun yaşlı adamdaki koma aralığındaki mesafe aynı değildir, değiştiriyor, çekiyor perdesini bu tarafa çalıyor eseri çıkıyor. Dolayısıyla şu çıkıyor, dil standardizasyonuna karşı bir ironi benim o durumda yaptığım. Türkçe kullandığımız dil, Orta Anadolu’da başkadır, Sivas’ta başkadır, Bolu’da başkadır ya da Ege bölgesinde çok daha farklıdır. Bundan rahatsızlık duymuyorum tam tersi seviniyorum. Kendi anadilimde söylediğimde de aynıdır bu durum. Dersim bölgesindeki Zazaca’yı kullanıyorum. Diğer çevrelerde de Zazaca var, hadi onla bağlantı kuramıyoruz, kendi içerisinde de mesela benim bu köyden söylediğim Zazaca’ya, öbür köy, bu dili bilmiyorsun, diyor. Cümle yok bizde, ben kafadan çıkarmadım ya köyden duydum, orada böyle bir iletişim bile söz konusudur. Dersim merkez Zazaca’sı çok farklı, Hozat çok daha farklı, Ovacık çok daha farklı, aynı sorun orada da vardır. Merkezdeki adam diyor ki, anlaşılmıyor, benim kendi bölgemdeki adam bu durumu anlamıyor. Çünkü geçmişten beri coğrafyanın içinde kopukluk var. Bir de üzerine yasak geliyor zaten. Bir de komünikasyonsuzluk var. Herkes bulunduğu bölgenin dışına çıkamadığından her bölgede aynı dil farklı nüanslarla şekilleniyor. Şimdi yeni yeni son 15–20 yıldır iletişim kanallarıyla veyahut telefon kanallarıyla, internetle, komünikasyonla dil biraz daha birbirine yaklaşıyor. Standardizasyona da gerek kalmıyor çünkü konuşuldukça kendiliğinden şekilleniyor. Edebiyatın kendi içersindeki dil de çok farklı boyuttur. Dilin grametik kullanılması yetmiyor bu işe, gidip dokunmak çok daha farklıdır.

Ali Aydemir: Kürt müziği mi yapıyorsunuz? Anadolu müziği mi dememiz gerekiyor?

Ahmet Aslan: Mezopotamya diye bir kavram koyarsak daha doğru olur. Kürt müziği ya da Zaza müziği bunlar belli bir tarih çerçevesi içerisinde doğruydu ama o kuşak yaşamıyor artık. İletişim araçları çıktıktan sonra, radyo dinleme zamanına yetişmiş bir jenerasyon oradan etkilenmiştir. Erivan radyosunda bir şarkı dinlemiştir, onu baz alıp elindeki forma kendi de bir iki form ekleyip geliştirmiştir. Mezopotamya dersek daha uygun olur, bu da 80’lere kadardır, çünkü biz Mezopotamya’nın da çok dışındayız, Avrupa’da yaşıyoruz, Flâmenko’dan etkileniyoruz, Batı müziğinden etkileniyoruz. Gün geçtikçe şekilsizleşiyoruz. Muhafazakârlıktan çıkıyorsun aslında, bir sürü element kullanarak kendini ifade ediyorsun. Bunu etnologlar çok daha iyi analiz ediyor. Ben dört yıl, Rotterdam’da üniversiteye gittim, oranın içine girdiğinde kendinin ne kadar ukala olduğunu da öğrenmiş oluyorsun. Belki dört yıl önce Mezopotamya müziği diyorduk ya da ondan önceki dönem Kürt müziği diyorduk, daha geriye gidip lokalleştirdiğimizde Dersim müziği diyorduk. Fakat bütün bu aşamalardan geçtikten sonra ister istemez bir tıkanmayla karşılaştık, sonra ben de dedim ki bu akademide ne var? Bir gideyim, zaten hep akademileri yarıda bıraktım. Hem karşı olduğum hem de oradan ayrılmaz bir tarafım var ama her gidişimde de biraz daha düzelttim kendimi.

Ali Aydemir: Evrensel bakma isteği oluştu sanırım?

Ahmet Aslan: Tabii, biraz da öyle bakmak lazım, ondan sonra bıraktım Mezopotamya müziği demeyi de. Bizim derslere gelen etnolog hocalar vardı, Martin Grew vardı, burayla ilgili uzmandır, hala burada yaşıyor. Melih Duygulu geliyordu, çeşitli yerden gelip workshop ve sunum veren bir çok hoca vardı çok daha farklı şeyler öğrenebiliyor insan, iki kelime de olsa. Ondan sonra diyorsun ki Mezopotamya ama ben orada değilim, 15 yıldır değilim. Sonuçta Mezopotamya müziğinin temsilcisiyim demek ukalaca bir durumdur, ben de vazgeçtim bundan.

Ali Aydemir: Neşet Ertaş bugünü yakalayabildi mi? Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Cemal Süreya gününü yakalayabilmiş miydi diye soruyorum kendime. Biz bugün Neşet Ertaş’a Âşık demeyeceğiz, ona sadece Garip deyip geçeceğiz, Ozan olarak görmeyeceğiz onu, gerçeklikle ilişkisini Âşık Mahsuni Şerif, Nesimi gibi kurmadığı için, peki bu haksızlık olmayacak mı? Bir gün yeterince zaman geçtiği zaman, biri çıkıp başka bir şey derse, bugünkü vicdanımız ne hissedecek?

Ahmet Aslan: Mahsuni’nin o döneme denk gelip gelmediğini bilmiyorum ama âşıklık geleneği bence Âşık Veysel’in kuşağına kadardır. Yaşam biçimine baktığımızda, etnologların çektiği fotoğraflarda da görülüyor, adam köyden köye çalıyor. Âşıklıkta beste yapayım bir yere yetiştireyim diye bir gelenek yoktur. En fazla dört köy dolaşır, bilemedin. Âşıklık geleneği fiziksel olarak bulunabildiğin yerlere hitap edebilmektir. Ama bu Mahsuni’de neydi bilmiyorum. Veysel’in kayıtları ölümüne yakın kayıtlardır. Gençliğinde olan bir şey değildir, gençliğini âşıklık geleneğiyle yaşamıştır, köyden köye dolaşmıştır. Âşıklık bir usta-çırak ilişkisidir. Veysel en son jenerasyondur ondan sonraki bilmiyorum Mahsuni doğum tarihi olarakta o geleneğe yetişmiş midir? Tam tersi bir yüzbaşıydı bildiğimiz kadarıyla, çıkmasıyla beraber meydanlardaydı. Dolayısıyla âşıklıkgeleneği 60’lardan önce biten bir durumdur. Âşıklık belli bir dönem gibidir. Barok dönemi ya da klasik dönem gibi düşünün. O evren içerisinde dolaşan insan toplumunun yaşadığı bir durumdur. Ondan sonra bir başka devre başladı. Dolayısıyla aAşık Mahsuni’ye dedikleri durum bilmiyorum, aslında ilginç bir konu, yani bahsettiğiniz durum. Âşık kime denilebilir? Bu aslında tez konusu olabilecek bir konu, bunu hiç düşünmemiştim, ilginç bir konu.

Ali Aydemir: Benim aklım çok karışıyor mesela, Âşıkdemiyoruz ona Garip diyoruz ama Ozan’da demiyoruz, Ozan ne oluyor?

Ahmet Aslan: Garip kendisinin kendisine taktığı bir isimdir. O ünvanı kendisine kendisi vermiştir. Bence o çok daha doğru bir yerde duruyor. Muharrem Ertaş o da ismiyle anılır. Âşıklıkgeleneği var onda fakat o da kullanmamıştır, onlar kendilerini Abdal olarak görmüştür. Abdallık geleneği de Muharrem Ertaş’a kadar gelmiştir. Geçen gün onunla ilgili bir programı seyrederken, şu eser Neşet’in duygusuna yakışan bir duygudur, diye bir ifade kullandılar, aynı jenerasyondan biri, diyor ki “Avşar ellerini Muharrem Ertaş’tan sonra Neşet’in söylemesi çok güzel, çok başka söylüyor, ama bir eser vardır ki kişiyle vücut buluyor ve orada kalıyor, ben de yıllardır söylüyorum (ismini bilmiyorum) belki hepimiz daha iyi söylüyoruz ama eser Muharrem Ertaş’ta kalmıştır.” Bunu hep söylerler Muharrem Ertaş çok başka bir yerdedir, öyledir de hakikaten. Bunu Neşet Ertaş’ın kendisi de söylüyordu: “Ben aldığımı hep oradan aldım, babamdan aldım” diyordu. Neşet Ertaş Abdallardan görünmüyor çünkü Muharrem Ertaş coğrafyada bulunan insandı Neşet Ertaş bir başka basamağa geçti, o yaşamını öyle seçti, Ankara’da geldi, Almanya’da kaldı sonra, biraz daha şehirliydi.

Ali Aydemir: Ozan kime diyoruz? Âşıkla Ozan aynı değil, ama bu kavramları kullanan insanlar var?

Ahmet Aslan: Çoğu röportajda rastlanıyor, bu hastalıklı bir düşüncedir aslında. Âşık’ız, Derviş’iz diyen çok müzisyen var, hatta bu yakıştırmayı bana verenler de oldu. Ben buna karşı çıkabiliyorum. Dervişlik çok başka bir yerde dervişlik tanımını kullanmak, kâmil insan tanımını kullanmak, ermişlik tanımını kullanmak çok yanlış, aksesuar olarak kullanmanın bir manası yoktur bu tanımları. Derviş uçağa biniyor muydu, ben biniyorum. Derviş, beş bin tane, on bin tane insana konser veren biri değildir. Kamil insanlıkta da aynıdır. Bu kavramlar kendi çağında kalmıştır. Bunu inceleriz, o çok başka, inceler ve deriz ki, o burada biz buradayız, yaşadığımız çağda böyle bir bağlantı kurmamız imkânsız. Bir kere bu bağlantıyı kurmak için, teknik olanakları, tüm konser salonlarını iptal etmemiz lazım, tüm telefonların ortadan kalması lazım, çağın geriye gitmesi lazım bir kere, onu yaşamamız lazım, onu taşımak çok başka bir şey. Öyle bir durum yok ortada. Uçağa biniyorum iki saat sonra Almanya’dayım, sonra ben dervişim, o nasıl oluyor, ben anlamıyorum, ne denir bilmiyorum.

Mustafa Çolakoğlu: Uçan derviş denir.

Ahmet Aslan: Hah, uçak dervişi dersin, geçen birini gördüm, şuraya kadar bir sakalla dolaşıyor, ben Zerdüşt’üm diyor, berber görmüş Zerdüş’tür.

Ali Aydemir: Sizi müziğinizle beraber nasıl ifade edeceğiz, nereye koymamız gerekiyor? Kültür olarak gelenekten besleniyorsunuz?

Ahmet Aslan: Geleneği yaşamak çok başka bir şeydir. Gelenek az mıdır çok mudur oranını bilmiyorum ama her tarafımızı kuşatmış durumda. Gelenek dediğimiz sadece bir enstrümanın tınısı veyahut o şekli korumak değildir. Orijinal müzik dedikleri ya da orijin dedikleri çok tehlikeli bir kavramdır, bunu etnologlar da söyler. Gelenek yerinde duran bir şey değildir, sürekli o da değişir. Ben geleneksel müziğin temsilcisi kavramını reddediyorum, yaşadığım pratikte bunu gösteriyor. Geleneksel müziği ben koruyorum, onun badigartı, gladyatörü ben demek, boşuna söylenmiş sözlerdir, çünkü insan değişiyor. Geleneksel sazdan bahsediyoruz, ya tarihi bilmiyoruz ya okumuyoruz ya da çok okumuş gibi bizi kimse anlamıyor, böyle bir havaya girmeye gerek yok.

Ali Aydemir: Gelenekseli hem enstrümanlarla kırıyorsunuz hem şarkı sözlerinizle, sözlerinize dikkat ettim, şiirinde meselesi gibi geliyor bana, yabancılaşmayı, ötekileşmeyi, bireyin sorunlarına değiniyorsunuz yani çağın sorunlarını gözetiyorsunuz, bu anlamda geleneksel olduğunuzu düşünmüyorum zaten.

Ahmet Aslan: Zaten seni değiştiren de gelenek oluyor. Bunu fark edemiyoruz sorun orada yani gelenek kendiliğinde değişiyor ama biz değişmiyoruz. Biz gelenekten daha bağnaz bir pozisyona girmiş oluyoruz. Gelenek değişiyor, saza bakıyorsun, bizim elimizdeki enstrümanlar daha farklı, ortasında delik açılmıştır, balkonları vardır ya da burgu sistemi değiştirilmiştir, kapakta tel sisteminin takma biçimini değiştirmişizdir, bunu kendi meslektaşlarına gösterdiğin zaman ona ya çok ilgisiz bakar, çok önemli değil, ilgisini çekmeyebilir, normaldir, fakat negatif bir şekilde geleneksel enstrümanı değiştiriyorsunuz, geleneği bozuyorsunuz diye tepki alırız, onun elindeki saza bakıyoruz, üstünde nerden bakarsan 3 milim polyester vardır, o zaman ya ben bu işi bilmiyorum ya da bu arkadaş çok okumuş diyorsun. Geleneksel saz sizin elinizdeki miydi, elinizdeki sazın kaç yıllık saz, diyorsun, beş yıllık, diyor, tarihini bilmiyor. Elindeki saz, 1927 Cumhuriyetten sonra konserve edilmiş sazlardır, geleneksel sazlar ondan önceki sazlardır. Oradan feyz alınarak başka bir perde sistemine geçilmiştir. 80’lerde Arif Sağ’ın çaldığı sazla hayata başlıyorsun, ondan önceki, bırak cumhuriyet sonrası sazın biçimini, Arif Sağ’dan önceki devrin saz tipini bile tanımıyoruz. O zaman oraya gitmek lazım, üzerinde polyester yoktur, jak yoktur, elektrik aksanı yoktur ama sen takmışsın, yapmışsın. Ben bunun volümünü cihazda yükselmek için, diyor, sen bunu elektrik sistemiyle yapıyorsun ben de doğal biçimini deniyorum. Yani benim deneme hakkımı kısıtlamaya ne yetkiniz olabilir, dediğim zaman, anlaşamıyoruz. Kendi çıplaklığınla sokağa çıkmaktır aslında, üstünde bir pardösüyle çıkarsın, bu gelenek pardösüsü dersin ama hiçbir zaman çıplak bir şekilde çıkamazsın, zor iştir çünkü. Gelenekle-anti gelenek arasındaki kavram budur. Hepimiz geri dönüyoruz, bir geleneğin arkasına sığınıyoruz onu kostüm olarak kullanarak ortaya çıkıyoruz. Son yirmi yıl kurumlarla beraber gelişmiştir, bunu Neşet Ertaş’ta da görebiliyoruz. Ozan diye görünmeyebilir, duyarsız bir sanatçı gibi de görünebilir ya da siyaseti olmayan bir müzisyen olarak da görülebilir, eserlerine baktığınız zaman en siyasi müzisyenin yapmadığı kavramlar kuruyor, bunu da kimse görmüyor. Eğer bir slogan atarsan duyarlı ve siyasi bir müzisyensin. Bir müzisyenin en tecrübeli işi kendi işi, kendi sesidir veya enstrümanıdır. Ben siyasi bir sıfatsam sazı çalmamam gerekir, eğer iyi bir icracı ya da müzisyensem en tecrübeli olduğum işi en iyi şekilde yapmak zorundayım sonra istersen siyaset yap. Konuşuyoruz konuşuyor sazımızın teline vuruyoruz, bozuk bir sazla türkü söylüyoruz en tecrübeli olduğumuz alanımıza hükmedemiyoruz üstelik bir siyasetçinin alanına parmak uzatmış oluyoruz, bu çok kötü bir şey, kitleler çok sabırlı davranıyor bizi dinleyebiliyorlar şükür ki, bizim bu halimizi kaldırabiliyorlar. Belki biri çıkar cevabımızı verir, müzikten iyi anlayan biri çıkar der ki, konuşmanızı kesin, şu elinizdeki sazı yirmi yıldır mı çalıyorsun, kırk yaşında mısın, kırk yıllık sazının akordunda hala sorun var, konuşmayın, bari bunu yapmayın, der yani bir gün çıkar biri.

Ali Aydemir: Avrupa’da nasıl karşılanıyorsunuz? Yaptığınız müzik orada seyirciyle nasıl buluşuyor? Tepkileri nasıl oluyor?

Ahmet Aslan: Avrupalı insanlara da aynı müziği yapıyorum, dünya müziği ya da etnik, halkların müziği dedikleri zaman ben yine aynı repertuarımı, kendi müziğimi yapıyorum. Aynı yere ikinci kere gittiğimde de dinliyorlar, seni tanıyorlar, albümde dinliyorlar, oradaki seyircide dinleme kültürü vardır, seni teyp düğmesi gibi görmüyor, albümdeki eserlerden şunu oku diye bir baskı yok, nasıl olsa yeni bir şey sunar düşüncesi hâkim, dinler sonuna kadar fikrini öyle söyler, iyi ya da kötü der. Burada daha sahneye çıktığın anda istek gelmeye başlıyor, şunu okur musun, diye. Zaten yirmi birinci şarkım yok, toplam yirmi tanedir. Bunları okumak için gelmişim, bunları okumayacaksam niye buraya geleyim ki, bunları düşünüyorsun ister istemez. Dinleyicinin sabırsızlığı var, beni dinle, bunu söyle gibi. Kimi dinleyici çıkıp falan şarkıyı söylemedin diyor, söyledim diyorsun, ha ben dinlememişim, diyor, ne dinlediğinden haberi olmayan insanlarla karşılaşabiliyoruz. En kötüsü de kayıt cihazlarıdır, bunu Avrupa’da bulamazsın, eskiden bizim kültürümüzde de yoktu. Herkes Youtube’a bir şeyler yetiştirmeye çalışıyor. Youtube’u kuran zavallı bir adamdı, kadro tayin etse sistemi batardı ama herkes her yerde onun bir çalışanı halinde bu yüzden de ortalık çöp dolu. Herkes kayıt yetiştirme telaşında, milyarlarca kayıt, aynı eserin elli farklı versiyonu var, hanisi orijinali, hangi sahnede orijinini söyledi bulun bulabilirseniz. Bir konsere ya dinlemek için gelirsin ya gelmezsin, yüz kişi dinlemeye geldiyse yüz tane kayıt aleti dönüyor içerde, bu durumda bir sanatçı nasıl pozitif bir enerji alabilir ki gelen insanda zaten enerji yok, senin enerjini alıyor yaptığı başka bir şey yok, aletlerle enerjiyi sömürüyor. O yüzden bazen geçiştirdiğin olabiliyor, seni teyp gibi görüyor, düğmeye basmış bu türkü niye söylenmiyor, onu ya iki sıra sonra söylersin ya da bir sıra önce söylemişsindir. Zaten çok geniş bir repertuar yok ortada, yirmi birinci şarkı bile bulamıyoruz bir yenilik olsun diye. (gülüyoruz)

Ali Aydemir: Kürt sorunu en önemli sorunumuz olarak görüyorum. Bu konuda çok duyarlıymış gibi adım atmaya çalışan insanlar da var. Aydınlardan ve popüler kültürün bir parçası olan bazı insanlardan bir takım bildirgelerde okuduk ve aslında tam olarak ne istediklerini bilmediklerini de gördük, bir kafa karışıklığı söz konusu, bugün buralardaysalar yarın başka bir yerdeler. Sorun belli aslında, siz ne düşünüyorsunuz?

Ahmet Aslan: Kürt sorunu aslında çoktan çözüme kavuşacak bir sorundu, öyle bir noktaya getirildi ki sanki bunun bir çaresi yokmuş gibi davranılıyor, dünyanın bütün filozoflarının bir araya gelmesi gerekiyormuş gibi davranılıyor, böyle bir durum yok. Bu mesele çok basittir. Çok kan dökülmüştür, çok mücadeleler verilmiştir, gelinen son aşamada nedir çözüm, savaşın bir an önce durması. Nasıl duracak, kapitalist sistemin verdiği aletlerle insanların üzerine yürümeyeceksin evvela. Sistemin bir parçası olmamak gerekiyor, burada insanlar açlıktan ölüyor, öte taraftan dünya halkalarının üzerine bomba gönderiyor. Türkiye’de kullanılan kimyasal silahlar dünyada eşi bulunmaz bir modele sahip, durum bu noktadayken aydınların daha cesaretli olması gerekiyor, cesaretli konuşması gerekiyor. Bir bakıyorsun “Türkiye’nin en yıldız sanatçısı” ben savaşa hayır diyorum, diyor. Bunu herkes söylüyor, savaşa hayır diyor, öte taraftan teröre lanet okuyor, böyle bir kavram olabilir mi? Barış iki taraftan da istenen bir şey, sen kime terör diyorsun, bu anlaşılmıyor.

Ali Aydemir: Çok popülist bir tavır, alakasız, kafalar bu denli karışık aslında.

Ahmet Aslan: Bir yandan barışa davet ediyor, bir yandan savaşa karşı, bununla Kürt’ün sempatisini topluyor, tamam, ama bunun arkasını tamamlayacak bir cümle yerine, ben teröre karşıyım, diyor. Bu nasıl oluyor anlamıyorum. Çok fazla bir şey gerekmiyor sadece barış diye bağırsa yeter. Terör kimdir? Diyorsun, Kürt müdür, yok değildir, kimdir o zaman, ortalıkta dolaşan UFO mudur? Terör dediğimiz olay nedir? Bizim başımızdaki kadersizliğimiz midir, negatif enerjimiz midir, nedir? Sistemin içinde, alt sınıf veyahut ulusun içerisinde bir Kasımpaşa canavarı gibi bir bilinmez yaratık gibi görünüyoruz. Burada karambol bir kavram var, terörü lanetliyoruz, barış nasıl olacak?

Ali Aydemir: Katılıyorum, bu meselenin çok karmaşık olmadığını düşünüyorum ve bir soru soruyorum, bilmiyorum bu soruya katılır mısınız katılmaz mısınız ama bu sorunun hiç değilse Kürt halkına duyulacak saygıyı ve hoşgörüyü arttıracağını savunuyorum, sadece bu soruyu sorabilsek diyorum: Kürt’ler neden nüfus kâğıtlarını, kimliklerini yakmıyorlar? Bu toplum Kürt’leri öcü göstermeye çalışan bir zihniyetle yetiştiriliyor, ulus devletti, Kemalistlerdi, onların savunduklarıydı derken, toplum çok farklı bir noktaya getirildi.

Ahmet Aslan: Acımasız bir medya karşısında yaşıyoruz.

Ali Aydemir: Evet, bu soruyu o yüzden önemseyerek soruyorum. Kürt halkını tanımakla alakalı, gayretle, olumsuz bir cevap verildiği takdirde bile ortaya iyi niyet çıkacaktır, çünkü ortada çözüm isteyen, çabalayan bir halk var. İstese bu halk olumsuz ve daha sert davranabilir, örnekleri var bunun, tıpkı Güney Afrika halkının sömürgeye karşı birlik olup onların verdiği kimlik kartlarını yakarak başlattıkları isyan gibi. Ama Kürt halkı bu noktaya hiç gelmedi, iyi niyetini her zaman muhafaza etti, sabırla bu sorunun çözümü içinde mücadele ediyor. Sizce bu soru doğru bir soru mu?

Ahmet Aslan: Buna paralel olarak, burnunun dibinde savaştığın halkla devlet sisteminin bir köşede tuttuğu din aynı. Devletin o dinle alakası olmuyor çoğu zaman ama başköşede duruyor. Bunu kullan o zaman. Üzerine gittiğin halk kimdir? Vuran Allah birdir, diyor vurulan Allah birdir, diyor, eğer dini temelden bakarsan bir çelişki vardır, öbür taraftan bakarsan da çelişki vardır. Bu halkın karşısına kimin müfrezesiyle gidiyorsun, yine onun evlatlarıyla üzerine gidiyorsun, böyle bir durum söz konusu. Askeri, devletçi sistemin kendi vatandaşım dediği insanlarla savaşıyor. Ben anlamıyorum. Dünyadaki savaşları hiç anlamıyorum, insan olmak hata gibi, insanın kendine verdiği zarara bakıyorsun, şaşıyorsun.  İnsan zaten beynini çalıştırmakla, korkaklığıyla, sosyal bir mahlûk olmasıyla beraber evrenden kendini koparmış. Kızılderili’nin mektubunda yazılır, beyaz ırk geldi buraya toprak istedi, biz biraz verdik, sonra bunları seyrettik. Doğanın kanununa bakıyorsun, yiyecekti, avlanmaktı bunları veriyor sana ve kendini dengeliyor, bir aslan dört tane ceylan parçalamamıştır, ihtiyacı kadarını gidermiştir her defasında, bize bakıyorsun, bir kasabı düşünün, ihtiyaç kadarını sattığı halde, şu an sohbet ederken bile kaç tane cana kıyıyordur kim bilir. İnsanın insana yaptığı zulüm ötesinde kendi çevresindeki mahlûklara verdiği zarara bakıyorsun, insan olmak öyle çok şey değil, bana hiç ilginç gelmiyor.

Ali Aydemir: Tekrar müziğe dönelim, sizin dinlediğiniz müziği merak ediyorum, siz kimleri dinliyorsunuz, nasıl bir yelpazeniz var?

Ahmet Aslan: Genel anlamda yaşlı kayıtları dinliyorum. Kendi lokal bölgemde çocukluktan beri yaşlılara bir kulak aşinalığıyla büyüdüm. Sonradan bantlar çıktı. O dönem 84 yani Arif Sağ’ların çıkardığı muhabbetler dönemi, kendi bölgende çıkmak için enstrümana dokunuyorsun, bizim kuşakta da o dönem bağlaması iyi olanlar onlardı, o amaçla onları dinliyorduk. Çok daha net kayıtlardı. Bizde de kayıtlar vardı ama pek anlaşılmıyordu, tekniği bile anlamıyorduk ya da kayıt kalitesinden bazı şeyleri anlayamadığımız bir dönemdi. 80’li yıllardan bir on yıllık süre içerisinde de hem enstrümanını geliştirmek hem de onla belli bir ivme kazanarak müziğin daha içine girince akademik boyuta geçmiş oldum, kendi kendimizi pişirmeye çalışıyorduk. Bugünde bu durum söz konusudur. Çok daha yetenekli potansiyel vardır. Birçok bağlamacı bulursun. Fizik olarak ilerlemiş ama zihin yok. Fiziksel olarak enstrümana çok hükmeder fakat kendini aşamıyor. Okuma kültürü yok, analiz etme kültürü yoktur, karşısında bir aktör vardır onu taklit edip durmaktadır. Bir süre sonra kendini tekrar ediyor bir şeyler çalıp duruyor sadece. Rotterdam’da, hocalarla, öğrenci arkadaşlarla tartışıyorduk bu durumu. Ben oraya çok iyi saz çalmak için ya da Flâmenko gitarını öğrenmek için, teknik öğrenmek için elbet dersimize girip çıkıyorduk ama bunu besleyen başka kanallar vardı, o da nedir, okumadır, tiyatro seyretmedir ya da sanatın başka alanlarıyla da ilgileniyordum, müzik orayı beslemesi gerekiyor. Bu sorunları tartışıyorduk, bu aşılmazlığın kendi aşılmazlığımızın, çevremizdeki aşılmazlığı giderebilmek için ister istemez bu konuları tartışıyorduk. Bence her okulda özellikle sanat okullarında zorunlu olarak bir felsefe dersi olmak zorunda ya da sözlü tarih, edebiyat dersi, âşıkdönemi, bunların belli dönemleri var. Avrupa’da böyle durum. Pedagoji dersleri vermek lazım, bir öğrenciye nasıl ders verilir yetiştirirken halkalarını genişletmek lazım bunları hesaplamak lazım.

Ali Aydemir: Sizin çalışmalarınız var mı şu dönem, düşündüğünüz bir çalışma?

Ahmet Aslan: Okul süreci içerisinde dünya müziğiyle, çeşitli halkların müziğiyle iç içeydim. 1986’da Paca Pena’da Flâmenko bölümü açılıyor, sonra Hint müziğin geliyor, Arjantin halk müziği derken dört beş bölüm açılıyor, son olarak 2000’lerde bağlamayı alıyorlar. O dönem ben de 2008 falandı başladım. İki albüm sonra bu işlerin böyle yürümediğini, yüz tane şarkı da söylesem çıkardığım albümleri geçmez, ha bir albüm çıkardım ha yüz tane aynı albüm değişen bir şey olmazdı, sözlerini değiştirip söylersin yani aşağı yukarı birbirine yakın şeyler. Ben de bu okula geldim. Dünya müziğidir, her halktan insanlar vardır, onların müziğiyle kendi enstrümanımı iç içe geçirip belki yeni bir fikir oluşturabilirim, dedim. Fikir birikimi oluyor, bunun yanı sırada müziğin canlı bir tarafı olduğunu fark ediyorsun. Stüdyo işi değil yani. Stüdyoda yüz albüm yapsan sound hep aynı. O yüzden akustik ortamı olan bir mekânda kayıt yapmayı bilmek, tek tek kanallara girmek değil. Ben stüdyo müziğini sperm bankasına benzetiyorum, sen gidiyorsun, bir tane çalıyorsun, bir çay içerken, bir perküsyoncu gelmiş o kanalın üzerine çalıp çıkmış. Diyorsun ki şöyle bir çocuk olacak, bir basgitar spermi, bir klasik gitar spermi, bilmem ne spermi, sen gelinceye kadar tamamlanmış oluyor, üzerine de sen okuyorsun oldu senin albümün. Bu tıkanılmışlığın bir başka boyutudur. Eğer bir eseri dört adamla çalacaksam, o dört enstrümanla kayıt yapacaksam, o dört adamla sürekli çalışmam lazım ve dördümüzün aynı anda kayıt alması lazım kanallarla olan bir durum değil, hiç tanımadığın bir adam gelip senin şarkına perküsyon çalıp çekip gidiyor, tanımadığın biri yani, sahici görmüyorum, onun için çeşitli kiliselerde denemeler yaptık 5–6 tanesini dolaştık baktık soundumuzu bulamıyoruz en son bir tanesinde bulduk. Dönüşümde gidiceğiz orada kayıt alacağız. Hepsinin canlı olması gerekiyor, bir enstrümansa bir sesse o anda çalmalı ve makas atılmaması gerekiyor. Eskiden bant kayıt sistemlerinde bu vardı o zaman müzisyenler çok daha iyi performans sergiliyordu, bir şarkıyı koptuğun yerden devam diye bir durum yoktu. Ya başından sonuna kadar çalacaksın ya da çalmayacaksın, ikisinden birisi, oraya dönmek çok daha sahici geliyor bana.

Mustafa Çolakoğlu: Okuldaki, Rotterdam’daki bakış açısı nasıldı bu coğrafyanın müziğine karşı?

Ahmet Aslan: Batının algısı Doğu müziği algısıdır. Hastalıklı bir müzik olarak görüyorlar çünkü koma sesleri ya da müzikal hata olarak görülüyordu 10–15 yıl önce şimdi aşıldı bu durum. Özellikle bağlama bölümü açılınca fikirleri değişti. Daha iyi bakıyorlar artık, özenliler. Daha da iyi olacaktır, doğru hocalarla bu bilgi aktarımı olunca kırıldı düşünceleri ve Doğu müziği kavramını kullanmıyorlar artık, dünya müziği olarak bakıyorlar.

Natama: Çok teşekkür ederiz, bu söyleşi için.

Ahmet Aslan: Ben teşekkür ederim.

Not: Bu söyleşinin gerçekleşmesinde emeği geçen: Mübin Dünen, Volkan İncüvez, Uğur Erol, Tuba Kanmış ve Mustafa Çolakoğlu’na çok teşekkür ederiz.