İnsanlık Tarihinin Çığır Açan Şiiri

Nobel Fizik Ödülü’nün 2020 yılındaki sahipleri Roger Penrose, Reinhard Genzel ve Andrea Ghez olmuştu. Penrose’un kara deliklerin oluşmasının genel görelilik kuramının doğrudan bir sonucu olduğuna dair ispatı, Genzel ve Ghez’in ise gök adamızın merkezinde yer alan ve devasa kütlesiyle etrafındaki yıldızların yörüngesini belirleyen gök cismini keşfetmeleri dolayısıyla ödüle layık görüldükleri açıklanmıştı.

Bugün bu çalışmalar bir görselle şiire dönüştü. İnsanlık tarihinin çığır açan şiirlerinden biri daha yazılmış oldu böylece. Zaten şiir dediğimiz nedir ki… Samanyolu galaksimizin merkezinde yer alan kara deliğin olay ufku görselini yani bu büyük şiiri paylaşmak isterim. Albert Einstein’ın görelilik kuramının ispatı olan bu görselle sizi baş başa bırakıyorum. Kutlu olsun.

1 Mayıs

Türkiye’de yazılan ilk 1 Mayıs şiiri Yaşar Nezihe Bükülmez hanımefendiye ait. Böyle anlamlı bir günü 1 Mayıs adıyla yazılan ilk şiirle uğurlamış olayım. Kadınlarımız her dönemde cesur ve yetenekliydi bu şiir bunun göstergelerinden biri. Bu vesileyle 1 Mayıs kutlu olsun. İşçilerimizin daha çok dinlenebildiği bir yıl olur umarım. Emek dinlendiğinde kıymetlidir.

1 MAYIS

Ey işçi…
bugün hür yaşamak hakkı seninken
Patronlar o hakkı senin almışlar elinden.
Sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin
Kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin?
Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd;
Lakin seni fakr etmede günden güne berbâd.
Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.
Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.

Ey işçi…
mayıs birde bu birleşme gününde
Bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde…
Baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz;
Yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz.
Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin
Ta’zim ile, hürmetle sana başlar eğilsin.
Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi.
Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi.
Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay
Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say…
Birgün bırakınca işi halk şaşkına döndü.
Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü.
Sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
Sen olmasan etmezdi teali medeniyet.
Boynundan esaret bağını parçala, kes, at!
Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat.

Gök Çarkı

    “At bir Ay hayvanıdır." Kaşgari
Muhammad al-Qazvini’ye ait bir minyatür. Üzerinde “Sudan çıkan aygır” yazılı 15. yüzyıl. Türklerin Kanatlı Alaca At söylencesi ile örtüşen bir minyatür.

Zaten tutkuyla birbirlerine tutunsalar, göğün ve yerin düzeni bozulur, kıyamet kopardı,
Ama çocuğun bindiği kısrak göğe doğru koşuyordu, onun adı kutsal olandı,
Kurda ne için boynun yoğun demişler, işimi kendi elimle tutarım da onun için, demiş,
Han da öyle yaptı. Buyruğunun altında kurt dilli kır oku yanındaki bahadıra verdi,
Dedi ki, senin emrine kurtları verdim, bir kır ok, tez onu bana getiresin.
Bahadır, kurttan korkan bir köpek gibi çömeldi Han’ın ayaklarına,
Kudretin ve gücün bir timsali gibi karşısında yükselen Han, son sözünü böyle söyledi:
Var git şimdi, çelik bozkıra ulaşmadan.

O gece gökyüzüne bakanlar,
Üst üste dizdikleri taşların üstüne bir taş daha koydular,
Alacakaranlık, uçsuz bucaksız bir bozkır,
Şahlanan bir at, sanki kuyruklu bir yalduz
Peşinden seğirten kurtlar, cins, güzel ve cesur. Yetişemiyorlar ona.
Yemeğini çiğ yiyenlerin gözlerinin önünde yaşanan bu kovalamaca,
Sarayın balkonunda, yaşlı bir adamın oğlu tarafından yazılıp okundu Han’a.
Efendim nasıl söylesem bilmiyorum, dedi evvela.
(Bu çocuk), gök yeleli korkunç bir kurt gibi sürüyor atını semada.
Yetişmek mümkün olmasa gerek ona.
Mavi gözlü, kır bıyıklı Han böyle konuşurken buldu kendini karanlıkta
Bir ürperti çöktü saraya.

O gece gökyüzüne bakanlar dehşete kapıldılar
Gece karanlığı henüz bitmemişti, saatler vardı daha günün ağarmasına
Bozkıra parlak ve kararlı ışık huzmeleri düşüyordu
Bir uçtan bir uca aydınlanıyordu her yer.
Alman destanının meşhur kahramanı para verip kurtulmak
İsterdi bu düşten, büyük hazinesini verirdi tereddüt etmeden,
Bir nefes daha Tanrım diye yalvarırdı o cengâver Nibelungen.
Bozkırın yoksul ve çaresiz halkı feryatla Han’ın sarayına koştular,
Bazen gözyaşı dökmeye vakit yoktur, ama acıdır, acı olan.

Yılanlarla dolu bir zindana razı olurdu şimdi,
Böylesi bir son hiç düşünmemişti.
Son ana kadar gökyüzüne baktı Han, sakin, büyük bir ruha sahip şövalye,
Etrafında hızla yayılan korkuya cömert davrandı önce,
Sonra cinler periler sanacaklar, dedi.
Sarayını ateşe veren hızla yaklaşırken.
Sonra bahadırını düşündü,
Arkasında bıraktıklarını,
Kurt kıllarıyla örtülü yüzüğünü çıkarıp fırlattı gökyüzüne,
Ateşin geldiği yere.
Bir gün mutlaka, dedi,
Fakat benim için bitti.
Heyhat.

Taşın kızgınlığı soğuduğunda, ateşin kızıllığı karardığında
Mağlup ama korkusuz yeni bir gün doğdu ufukta.

Shams al-Dīn Muḥammad al-Ṭūsī’ye ait bir Kanatlı At-Ejder minyatürü. 12.yüzyıl.

Fırtına ve Atılım’dan Klasisizme: Kopuklar romanı

Nasıl Duende İspanya’nın ruhuysa Sturm und Drang (fırtına ve atılım) da Almanya’nın ruhudur. Fırtına ve Atılım, akıma adını veren, Klinger’in bir piyesinin adıdır. Aşırı heyecan ve duygusallık dolu bir atmosfere sahiptir. Ekolün en tipik örneklerinden biri sayılan Goethe’nin Goetz von Berlichingen adlı oyunudur. Bu oyunda tam elli dört ayrı sahne ve içinden çıkılmaz karmaşıklıkta bir kurgulama vardır. Bu ekole ait oyunlarda beş perde bulunur, üç birlik kuralının yer ve zaman birliği sağlansa da kimi zaman bu yapılmazdı. Bir grup genç yazarın on sekizinci yüzyıl akılcılığına karşı başlattıkları açık ve deneysel bir akımdı. Uygarlık değerlerini yadsıyan, doğayı yücelten hatta giderek kendini doğaya kaptıran, gizemci, şiirsel içeriğe hayran, duygucu, heyecan ve coşkunun kesinlikle bir ruh olduğuna inanan insanları etrafında toplamayı başarmış ve 15-20 yıl bu akımın etkisi devam etmiştir.

  1. yy’da Almanlar çağının gerisinde kalmış bir toplumdu. Fransız ve İngiliz sanatından- edebiyatından ne kadar geriyse düşüncenin ifadesi açısından da o kadar geriydiler. Ama usun yerine duyguyu, nesnelliğin yerine öznelliği koyan bu akım, insanı (henüz hiç bilgileri olmasa da) Antik Yunan karakteri gibi düşlemiş, onu yüceltmiş ve bir tanrı gibi görmek istemiştir. Aristoteles’in insanı toplumsal bütünün bir parçası, ama aynı zamanda, onu dönüştürme potansiyeline sahip bir varlık, bir hayvan olarak ele aldığını henüz bilmemelerine rağmen doğayı öznel olarak savundukları için bu benzerliğe sadece yaklaşabilmişlerdir, Almanya’yı ve Alman oyun yazarlığını yeniden diriltmiş olmalarına rağmen seyirci tarafından çok az oyun beğeni kazanmıştır. Bunun nedeni oyunlardaki şok etkisidir. Konuların seçimi, sahnelemenin zorluğuyla birleşince içinden çıkılamaz bir hal almıştır. Sahip oldukları düşünceyi zenginleştirecek bir felsefelerinin bulunmaması bu akımda verilen eserlerde, son derece geniş bir düşünce ve ifade tarzına yer vermelerine neden olmuş bu durum seyirciye her zaman aktarılamamıştır. Örnek olarak, Schiller’in Haydutlar adlı oyunu son derece geniş liberal ve demokratik bir görüş sergilemektedir. Bu akımın en beğenilen oyun yazarları arasında Goethe ve Schiller’in erken dönem oyunları gelmektedir.
    Tarih boyunca insanoğlunun deneyimlediği en yaratıcı tecrübe hayal kurmak olmuştur.
    B. Güney Ulutaş’ın ilk kitabı, Kopuklar romanı, doğayı sevmenin erdemli vazifesiyle yola çıkar ve hayal kurar. Hayalindeki tüm karakterler kitaplarının arasında, üzerlerine düşen vazife neyse onu yerine getirmek ya da getirmemek için hazırdırlar. Fırtına ve Atılım sadece ruh olarak vardır, iyi bir arkadaş grubunu tanımlar. İyi olarak vardır, vahşi bir mit etrafında toplanmış olmalarına aldırış etmezler, o kadar iyi ve romantiklerdir ki, gerçekliğin sadece kendisi bile bu karakterleri ürkütmeye yeterken. Onlar hiç kimseye aldırış etmeden hatta kendilerine bile, dünyaya meydan okurlar. Sturm und Drang akımına verilmiş bir selamdır karakterlerin ve mekânların isimleri.
    Zucco her ne kadar avukat olmayı başarmış olsa da ya da hayatının her dönemi zor ve sancılı geçse de kişiliğini çok aramamış ve karanlık düşünceleri temrin ederek yaşamıştır. İstanbul kadar bir ülkede geçer hikâye. Modern bir uygarlıkta Zucco’nun yarattığı, her an değişebilen, atmosferlerde ilerler, uygar toplumu bir ucundan bir ucuna dolaşırız.
    Zucco, çok hızlı değişen bir ortamın içine acemice atladığı andan itibaren, arka planda olduğu varsayılan ama daha ağır seyreden bir hayatın içinden de kopmuş olur. Ve gerçek hayatın yerini sinemasal gerçeklik alır. Neden-sonuç ilişkisi ortadan kalkar, fizik kuralları görmezden gelinir, standart mantığa karşı çıkılır ve bir ihtiyaç olarak görüntüye başvurulur. Karakterlerden, kurgudan ve hikâyeden uzaklaşılır. Zucco’nun anlatmak istediği hikâyedir. Bu fırtına ve atılımdır. Özel olmasını ister. Ve bir sevgi hikâyesi koleksiyoncusuna mektup yazar. Roman, tam olarak bu şekilde başlar, sevgi hikâyesi koleksiyoncusu kadın yazarın beklemediği bir mektuba geri dönüş yapmasıyla. Zucco gibi bir karakterseniz, nerede olduğunuzun hiçbir önemi yoktur. Oradan oraya savrulanlar için şu an bir yerdeyseniz, sonra başka bir yerde olabilirsiniz, aniden başka bir yerde ya da eski yerinizdesinizdir. ‘Ben kimim?’ ‘Burada ne yapıyorum, ne işim var?’ ‘Ne öğreniyorum?’ gibi sorulara fırsat bulup cevap veremezsiniz. Sorunu çözmeyen sorulara travmatik bir eşiğe kadar cevap verilmez. Birikir, üst üste yığılır. Zucco’nun sürekli engellere takılıp kalması kötü talihinden kaynaklanmaz, onun için sadece kötü bir alışkanlık göstergesidir. Zucco, sadece niyeti ve inancı kadar erdemlidir.
    Yaratıcılık, hayal gücü, rüya ve yalnız kalmaktan kaynaklanan değişimler. Travma, açlık hepsi benzersiz deneyimler olmasına rağmen halüsinasyona neden olabilirler. Zucco bu yüzden gerçekliği “insani niteliklerin gerçekleştirilmesi ve tamamlanması olarak” görmez. İnsan değerlerine bağlı kalmaz, aile nedir bilmez, o duyguyu yetimhanede hiç tatmamıştır.
    Birgün talihin yüzüne güldüğünü düşünmesini sağlayacak bir görüşmeye davet edilir, annesinin yazmış olduğu kitabı bulmak için şehrin belediye başkan adayıyla bir anlaşma yapar. Artık dedektif olmuştur. Araması ve bulması gereken annesinin bıraktığı izlerdir. Bu yüzden de ilk iş olarak annesinin yakın arkadaşlarını aramaya koyulur. Zucco için başta önemsiz ve sadece bir anlaşma gibi görünen bu görev sonrasında beklenmedik bir dizi polisiye olaylara dönüşür. Tıpkı Sturm und Drang akımında olduğu gibi büyük bir hızla bir sahneden diğerine geçişlerle, bir film senaryosunun içindeymiş gibi aksiyon ilerler.
    Goethe Sturm und Drang akımını reddederek klasisizme doğru yönlendiğinde Iphigenia Tauriste oyununu yazmıştır. Bilinen mit çerçevesinde gelişen oyunda bir insanın dar ve bencil düşünce yapısından kurtulup geniş çerçevede, insanlık adına düşünmesi süreci anlatılır. Bu durum Kopuklar romanının başlangıcını aldığı ve içeriğini ona göre kurduğu Fırtına ve atılım akınının romanda klasisizmle finali anlamına geliyor. Süprizli bir final ve görsel sahneler seven okuyucular için eğlenceli bir roman Kopuklar.
    Son olarak Kopuklar siyasal olmayı hedeflememiş, atıf yapılan akımların genel özellikleri içinde işleyip şekillendirerek, kendi özgül koşullarında ne olabilecekse onu olmak istemiştir. “Her büyük tarihsel dönem bir geçiş dönemidir” diyor Lukacs, “bunalımların, yeniden yıkımların ve yeniden doğuşun çelişik birliğidir; çelişik olmasına karşın yine de birleşik bir süreç boyunca daima yeni bir toplumsal düzen ve yeni bir tip insan doğar.”

Ali Aydemir

(Kopuklar romanı hakkında Birgün gazetesi kitap ekinde yazdığım yazıdır.)

UYGUR SOYKIRIMI HER SOYKIRIM GİBİ İNSANLIK SUÇUDUR!

Gider insan kalır dünya…

Hakikaten de öyle..

İnandığım arkadaşlarımın ve dostlarımın sessizliği üzüyor en çok beni. Kahredici.

Uygur annelerinin Uygur kadınlarının 8 Mart vesilesiyle direniş günlerini kutluyorum. Soykırıma direnen ellerinizden öperim. Unutulmayı hak etmiyorsunuz ama söylenecek her sözü yutkunmak zorunda kalıyorum.

Yanınızda olanlara selam olsun..

#UygurKadınlar#UyghurWomen#UyghurGenocide

#UyghurGenocide

Gece Kokan

IV

Nasıl oluyor da rüya görüyorum,

bu bir rüya, öyle değil mi?

Gözlerimi açtığımda, her şey düzelecek.

Neysem o olacağım yine.

-Senin bir adın yok daha, ne fark eder, dedi ona.

Bazen, rüyalardan dönüldüğünde,

eskisi gibi olmaz hiçbir şey.

Bu ses, dedi. Beni başka etkiledi.

Ölü gibi hissettim kendimi,

içim buruldu, gözyaşlarımı tuttum tek tek avuçlarımda

ağlamak istedim. sadece ağlamak.

Korktum mu sevdim mi, bilemiyorum şimdi.

Bir yanıyla kavradı tüm benliğimi, sanki ruhumdu.

Senin kanatlarınla kat ettiğimiz mesafeden çok daha uzaklara,

savurdu. Merakımı cezp etti bu ses.

Beni kuşkulandırdı.

Ve birini hatırlattı bana, dedi, kendi kendine.

Neden hep birilerini hatırlıyorum?

-Kimi hatırladın, diye sordu,

İki elinde iki parmağı vardı, sırtı kamburdu.

Koltuğunun altında balta.

dökülmüş saçlarında mes.

Bir oğlu vardı, hep pencerede oturan, ağabeyim gibi sevdiğim insan,

yürüyemiyor doğuştan.

Onunla dolaştığımı hatırlıyorum.

Meşe ağacından bir taht, uçuyorduk rüzgârda.

Duyduğum sesi o evden duydum sanki

İlahi gibiydi biraz kaside, gazeldi ya da kendine kendine söylediği.

Oradaydım sanki, bütün vakitlerin bütün ezanları, onun sesiydi

bir sala okurdu, ölmek isterdin.

keşke şuracıkta ölsem, bu sesle uğurlansam şimdiden

Nasıl bu kadar net hatırlıyorum onu?

-Adını hatırlıyor musun? dedi,

Koca bulut kümesi geçti alçalarak üzerlerinden,

rüzgâr peyda oluverdi,

tüm ağaçlar şöyle bir titredi,

bazı yapraklarla beraber, alıçlar düşüverdi suya.

İbrahim olmasın onun adı da,

Hayır dedi, parmakları kilitliydi,

Sanırım

Ona

Mehmet Ali diye seslenirlerdi.