Yeşil arenalardan ‘merhaba’

       Kıyı insanlarını, kayıp tarihteki suretleri, bilge serserileri sessizliğin içinden çıkarıp hayatımızın bir parçası yapan başarılı öykü ve romanlarıyla edebiyatımızda yer edinmiş Vecdi Çıracıoğlu, yine ilgi çekici bir kitapla edebiyat okurlarının karşısına çıkıyor. Bu kez bambaşka bir mecradan bir karakteri, sivil bir futbol isyancısını, tezahüratların, coşkun kalabalıkların arasından, uğultulu sessizliğinden çıkarıp buluşturuyor bizlerle. Bunu gladyatörlerin kutsal mabedi arenalarla özdeşleştirip uygarlıkların eğlencesinden günümüze geniş bir açıyla sunuyor gösteri ve eğlence hiçbir zaman spor olmamıştır diyerek hem de. Dünya’nın her kıtasında insanların tutkuyla bağlı olduğu günümüz dünyasının belki de en önemli gösteri müsabakasından bir karakteri hayatımızın içine dahil edip sözü ona bırakıyor Vecdi Çıracıoğlu sadece aktarıyor o, sesini duyurmayanlara inatla yeşil arenalardan çizgi metin’ in ertelenmiş söz hakkını veriyor kendisine. 
                 “Futbol Arenalarında Bir İsyanın Hikâyesi ‘Metin Kurt’ GLADYATÖR” adlı anı anlatı kitabı Everest Yayınevi tarafından kitaplaştırılarak okuyucuyla buluşuyor. Gladyatör bir döneme hem milli takım seviyesinde hem de Galatasarayda oynadığı futbolla damgasını vurmuş ve taraftarların sevgilisi haline gelmiş Metin Kurt’ un futbol hikayesini ve yeşil sahalardaki isyanını Galatasaraydan kopuşuyla beraber futboldan uzaklaştırılışını daha sonra Kayserispor Sivasspor maceralarını ve ardından futbol hocalığı ve sendikal mücadelelerini anlatan tam da futbolun kalbinden günümüz futbol ortamını süzen onu eleştirileriyle yönlendirebilecek gerçek bir hikaye.  Doping gerçeği, sporcu örgütlenmesi, kulüp-futbolcu ilişkileri yönünden güncel sorunlara değinen cesur bir anlatı aynı zamanda. 
                Metin Kurt’ un futbol oynadığı döneme yetişememiş bu yüzden kendini şanssız sayan belki azınlık belki de çoğunluğun içindeyim bilemiyorum ama bildiğim bir şey var ki onun dönemine yetişemediğim için gerçekten üzgünüm. Sadece Metin Kurt için değil elbet bu söylediğim benim için bir söylence, büyülü bir zaman kahramanı, futbolun şövalyeleri sayılan  Metin Oktay, Coşkun Özarı, Lefter, Can Bartu, Cemil Turan, Ziya Şengül, Ogün Altıparmak, Cihat Arman, Ender Koca,Varol Ürkmez, Muzaffer Sipahi, Gökmen Özdenak, Vedat Okyar ve Metin Kurt ve adını burada anamadığım futbolun yıldızlar geçidindeki kahramanları Gladyatör bize işte böyle bir dönemin atmosferini, yokluklarını, mücadeleyi bir futbolcu nasıl yetişiyorun cevabıyla sunuyor ve anlamamızı sağlıyor o dönemi bilenler içinse geçmiş günlere masal tadında götürerek hafızalarında canlandırıyor. Öyle ki gladyatör her ne kadar “Futbol Arenalarında Bir İsyanın Hikayesi” olsa da, aynı zamanda, mahalle takımından kent takımına, kent takımından A milli takıma zirveye yolculuğun inanılmaz mücadelesinin anlatıldığı bir hikaye olurken yine zirveye çıkarken olduğu gibi oradan indirilişinde de tek başına mücadele eden sorumluluk sahibi yalnız bir adamın aykırı ve öncü hikayesi. Okurken insanı hüzünlendiren, mizahi diliyle gülümseten, garip tebessümlere büründüren, ah’latan, düşündüren, soru sorduran bir hikaye. Öyle ki gladyatörü okurken kendinizi kimi zaman boş arsalarda top koştururken kimi zaman çamura batıp çıkarken, bazen belediye otobüsleriyle yarışarak kondüsyon yüklerken kimi zaman hınca hınç bir stadyumda adınıza şarkılar yazılıp hep bir ağızdan söylenirken sevinçle kendinizi sahaya parçalarcasına verirken o mahşeri kalabalık için bazen de talihsizlik yokluk ya bunun adı maçın en kızıştığı anda Beykoz Dinyakos kösele futbol ayakkabılarınızın çim sahada dökülüp korkuyla ayakta kalmaya çalıştığınız ve dönüp de o en çaresiz anda kulübeye bakıp arkadaşlarının namusunu ayaklarından çıkarıp alamayacağınızı bilerek acıyla savaşa devam edip gözlerinizin dolmasına şahit olabilirsiniz. Taraftar olmak böyle tutkulu ve kendini sahada oynayan futbolcunun yerine koyarak paylaşılan bir heyecan değil midir? 
O yüzden gladyatör sadece bir futbol emekçisinin futbolla geçen yıllarının değil siyah beyaz yılların gayri resmi tarihinin kesiti ve nerden bakılırsa bakılsın bir insan dramını bize anlatan başarılı bir kent hikâyesidir de.
             Futbolda adalet yoktur çünkü meşin yuvarlaktır. Ve vefa İstanbul’da semt adıdır diyerek futbolu özetleyenler olmuştur. Bu sözler ne yazık ki futboldaki bir gerçeği ifade eder. Kayıp giden onlarca yıldız gibi ( ki yıldız kelimesi şimdiki futbol kuşağının kullandığı gibi milyar dolarlık ücret alan, havalı yaşantısı olan ve flash transfer yapan oyuncu için kullanılan bir sıfat olarak düşünülmesin kesinlikle) Metin Kurt’ ta sessizce ayrıldı futbol sahalarından. Belki futbolun düzenine uymadığı için hak etmişti bunları susup futbol oynamalı ve şöhretinin keyfini sürmeliydi ya da konuşmalıydı o zaman haksızlığa uğradığını düşünmeyecek kadar isyankar bir kişilik futbol endüstrisine kafa tutacak kadar cesur bir kahraman olarak adı tarihe geçecekti ki konuştu mücadele etti ve futbolun dava adamı olarak hem oynadığı futbolla hem de mücadelesi ve farklı kişiliğiyle futbol tarihine adını çoktan yazdırdı bile, belki kimsenin sadece  cesareti yok sezarın hakkını sezara vermeye. Böyleyse durumun ahvali o dönemde tıpkı bu dönemki gibiyse yani baştan sona yanlış kurulmuş ve sadece ranta ve kazanca dönüşmüş dünyanın her kıtasında izleyici kitlesi olan evrensel bir müsabakayı doğru tarif etmek gerekmez mi? Kim şimdi bu sorunu çözebilir doğru soruları sorarak? Açıkçası bilmiyorum. Ama bir şey var ki bu bambaşka bir şey o stadyumları hınca hınç dolduran taraftar adlı bu halkın insanları akıllarına nedense futbolcu deyince hala eski futbolcuların geliyor olması. Ve her yeni dönemde yıldızı parlayan futbolcularla hep eski yıldızları kıyaslamaya devam etmeleri, buna en iyi örnek şu an Galatasaray’ın yeni kaptanı herkesin çok sevdiği yeteneklerini tüm dünyanın takip ettiği iddia edilen Arda’nın Galatasaray’da ismi efsaneleşen beyefendi kişiliğiyle gelmiş geçmiş tüm futbol yıldızlarının arasında hep daha çok parlayan taçsız kral Metin Oktay’la kıyaslanması, daha önce Hakan Şükür’ ü ondan önce de Tanju Çolak’ı kıyasladıkları Metin Oktay’ın kimler gelip geçse de her zaman en gözde hiçbir zaman unutulmayacak bir futbolcu olduğunu göstermez mi? Şimdinin şöhretleri futboldan daha kopmadan unutulmaya başlamıyor mu hele bu yoğun maç trafiğinin olduğu futbol pazarında. Ama eski yıldızlar unutulmuyor. Ben onların futbol oynadığı dönemi bilmem ama bir yerde maç izlerken çoğu zaman duyduğum şey hep aynıdır. Kırklı yaşlarını aşmış kişiler tarafından “ şimdi bu kanata Metin Kurt’ u koysan bu takımı sırtlar” ve ya “ Metin Kurt’a Galatasaray forması giydir direk oynar” gibi o kadar söz vardır ki bu sözler hem onun nazarında hem de diğer yıldızlar için söylenegelmektedir her futbol karşılaşmasında aşağı yukarı. Bu bir tezahürata sadık kaldıklarının “pazara kadar değil mezara kadar” ın onurlu direniş hikâyesidir biraz da taraftarlar için. 
               Okumaya merak saldığı günden itibaren sorular soran sordukça putları yıkan aldatmacayı hileyi çarpıklığı adaletsizliği görünce susmayan bu yüzden de isyan eden isyanını santra çizgisinden futbol baronlarının sahasına yuvarladığında da tek geçim kaynağından kendini mahrum eden başını eğmeyen cesur bir kahraman olarak Bosman yasalarından çok uzun zaman önce futbolcu hakları için mücadele etmiş bir futbol kahramanı Metin Kurt. Bu efsaneleşmiş kahraman futbolcular döneminin belki de kendine has kişiliğiyle sosyalist ilk futbolcusu ve bu yüzden yeşil sahalardan uzaklaştırılan bir yıldız kendi deyimiyle gladyatör Metin Kurt.
Kendini anlatırken şu açıklamayı yapmayı çoğunlukla uygun görmüş neden çizgi metin dediklerinde? : “Halka en yakın yer neresi? Çizgi. Ben de çizgide topu bekler ve oradan atağa kalkarım. Teknik direktörlerin, idarecilerin ve politikacıların olduğu tarafta oynamayı sevmiyorum. Halk nerede? Açık tribünde. O zaman kapalı tribünün önünde oynamak yerine, açık tribün önünde bir devre sağaçık, bir devre de solaçık oynayarak görevimi kendimce yerine getirmiş olurum. İşin mizahı yanı budur.”
                 Gladyatörle hem Metin Kurt’un mizahi yönüyle yaşadığı yılları anlatışına hem de onun futbolculuk yıllarının geçtiği dönem hakkında hayli çeşitli sohbetlere yaşanmış gerçek olaylara tanık olurken doping skandalıyla ilgili dönemin haber kupürlerine, birebir o dönemin futbol yıldızlarının doping hakkında yaptıkları açıklamalarına, yapılan yanlışlıklara, denetimsizliklere ve futbol sahasından değil belki ama futbolu bıraktıktan sonra eski yıldızların hayatlarını alkole teslim etme nedenlerine ve çoğunun kansere neden yakalandıklarına dair bilgileri aktarmasına ve edindiği tecrübeyi yeni kuşak futbolcu kardeşlerini  yönlendirerek kullanmasına okurken tanık oluyoruz. Babacan ağabeylik geleneğinin bir futbolcunun sportmen ahlakının bir parçası olarak futbolu bıraktıktan sonra da sürmesi gerektiğini en iyi şekilde ifade ediyor.
                  Belki de kitabın en başında Metin Kurt’ un futbolcunun okuyanını hoş karşılamadıklarını okuyanınsa alay konusu olduğunu anlattığı kısımda yatıyor çoğu sorun. Sağlıklı yaşamın sporcu için en önemli şey olması ve bunun yukarıdan aşağıya kadar devlet, kulüp, masör ve futbolcuya kadar iyi organize olması gerektiği de vurgulanan önemli konulardan bir tanesi
               Gladyatör, önce duyularımıza sonra aklımıza hitap eden bir kitap. Okuyucuya sunuluşu yazılış tercihiyle titiz bir çalışma. İnsandan sanayileşen futbola emek-sömürü düzeninden yalnızlığa, hüzne ve dopinge kadar futbolun sadece oyun olmadığı bu oyun diye sunulan mücadelede herkesin işçi olduğu insan olduğu vurgulanan aynı zamanda döneminin siyasal olaylarına tanıklık etmesiyle de kendi türleri arasında çok farklı bir yerde duran başarılı bir anı-anlatı kitabı “Futbol Arenalarında Bir İsyanın Hikâyesi ‘Metin Kurt’ GLADYATÖR.
Ali Aydemir

Sanki Her şeyi Televizyon Yönetiyor

1941 yılında Almanya Ukrayna’yı neredeyse Dinamo Kiev için işgal etmiştir. İşgalden daha birkaç gün sonra Ukrayna liglerindeki futbolculara Alman takımlarında futbola devam etmeleri karşılığında pasaport verileceği söylenir. Sadece Sscb bölgesinin değil tüm kıtanın en büyük takımı olan Dinamo Kiev bu teklifi kabul etmez, işgal nedeniyle dağıtılan liglerdeki futbolcular cezalandırılmak üzere ağır işlerde çalıştırılmaya başlanır: nakliye, fırın, mermi yapım vs. 
Daha sonraları futbolu seven bir yüzbaşının olağanüstü hal bölgesine atanmasıyla ağırlığını Dinamo Kiev ve Dinamo Lokomotif takımlarından oluşan Start adında bir takım kurulur, angarya işlerden kurtulan futbolcular, Zenith stadında antrenmanlara başlar.  Alman ordularında askerlik yapan futbolculardan kurulu takımlarla maç yapmaya başlar, her maçı kazanır. Sonunda Almanya’dan özel olarak dönemin en üçlü Alman takımı getirtilir. Dinamo Kiev’le onur mücadelesine girişen Lutwaffe Flakelf takımı, kazanırlarsa ölecek olan Dinamo Kiev takımı karşısında sahada bir varlık gösteremez ve farklı kaybeder. Almanlar ne yaptıysa bu süreçte Dinamo Kiev’i yenmeyi bir türlü başaramaz, futbolcularından da yararlanamaz, hayal kırıklığı öfkeye dönüşür, işkenceler sonrasında bilinen 11’den iki kişinin hayatta kalabildiğidir. Almanları yenmek için kurulan Start takımı görevini hayatı pahasına tamamlamıştır.[1]
Macar yönetmen Zoltan Fabri, Cehennemde İki Devre adıyla beyaz perdeye aktardığı sinema filminde bu tarihsel olaydan kesit sunar. Yıl 1963’tür. Sinema tarihinin bilinen ilk futbol filmlerinden biri olarak kayıtlara geçen film, siyah beyaz anlatısıyla bir döneme futbol üzerinden ışık tutmayı sürdürüyor… Futbolun kutsal bir oyunken, baskıcı unsurlar tarafından nasıl isyana dönüştürüldüğünü anlatan en güzel örneklerinden biri olur. Hitler’in doğum günü etkinliği kapsamında düzenlenen dostluk maçı, futbolun oyun kurallarının dışına çıkılmasıyla ss subaylarının sahayı kan gölüne çevirmesiyle son bulur.. Futbol sadece oyun değildir.
Tecrit futbol sayesinde kırılabilir;
Futbol ile sisteme ve iktidara birçok gizli gol atılabilir”
G. Almeyra
“Babam, futbolda herkesin hata yapabileceğini savunur, kaleci dışında” 10 yaşındaki Mauro, yönetmenliğini Cao Hamburger’in yaptığı 70’li yılların faşist yönetiminin ve onun baskıcı otoriter rejiminin atmosferinde bir çocuğun gözlerinden bakar 1970 Meksika Dünya Kupa Finallerine. Anne ve babası siyasi suçlu olarak arandıklarını söylememek için Mauro’yu dedesine bırakır ve uzun bir süre kaçak hayatı yaşarlar. Her şeyden habersiz olan Mauro, daha geldiği gün dedesinin cenazesiyle karşılaşır ve yalnız kalır. Dedesinin evinde yaşamaya başlayan Mauro ailesinin Musevi olmasına rağmen dini eğitim almamıştır. Ailesinin gelenekleriyle yüzleşirken, Brezilya’da varoşlarda kaldığı mahalleye uyum sağlamaya çalışır ve kısa sürede herkesin sevdiği bir çocuk haline gelir, onun gözlerinden Brezilya’nın 1970 Dünya Kupasını üçüncü kez müzesine götüreceği turnuvaya tanık olurken, öte yandan faşizmin insanların hayatını nasıl kolayca alt üst ettiğini izleriz. Annemler Tatilde filminde futbol tutkusu hayatın acılarına adaptasyon sağlamamızı sağlayan bir oyun olarak anlatılıp işlense de son sahnede Mauro aslında gerçek durumu özetler: “Ne olduğunu bilmeden ve nasıl olduğunu anlayamadan sürgünde yaşamayı öğrendim.” Futbol sadece oyun değildir.
                                                           Socrates, “Demokrasi” tişörtüyle                                                           
Bu yazı mağlubiyetle başlıyor. Attığımız goller değil yediğimiz goller sayılıyor. O yüzden bu yazı bir vaatte bulunmuyor, bulanamıyor. Sadece en iyi duygularla sizi oyun oynamaya teşvik etmek istiyor, tam da bugünlerde hem de.
İktidarsızlık sanrısıyla, küçücük çocukların bedenlerine saldıran ve yaşama haklarını onların ve sevdiklerinin elinden alan erk. Evrensel değerleri yok ederken, bir yandan da halkların kendi oylarını nasıl değersizleştirildiğinin usta örneklerini sergiliyor. Çocuklara ve kadınlara karşı sokakta yeni bir şiddet alanı açıyor, en kötüsü de yangına körükle gidiyor. Kimi zaman “Terörist- Vandal- Anarşist vs.”gibi birbirinden farklı (alakasız) sıfatlarla hedef gösteriyor sınıflandırıyor, saldırıyor, ölümlere sebep oluyor.  Çocuklardan özür dileyip, kenara çekileceğine, nekrofili yakıştırması yaparak öfkenin serbestçe dolaşımını sağlıyor. Suç işliyor, suçu bir orkestra şefi kadar inançla yönetiyor, teşvik ediyor. Parçayı parçalarına ayırarak zayıflatacağını düşünüyor, yanıldığı nokta da bu oluyor. “Şehirdeki her yerin özel bir görevi vardır ve şehrin kendisi de atomlara ayrılmıştır…. Bir kere; yerel bir sahanın işlevsel ihtiyaçları tarihsel olarak değişirse, alan bunu karşılayamaz; o alan ancak asli amacı için kullanılabilir ya da terk edilebilir ya da yıkılıp yeniden yapılabilir… Şehrin atomlarına ayrılması kamusal alanın olmazsa olmaz bileşenine pratik bir son verir: Tek bir toprak parçasına o parça üzerinde yaşamı karmaşıklaştıracak işlevler yükler.”[1]
                                                                                   “Sorun, bir futbol kulübü olarak mı, yoksa artık küreselleşmiş bir sporda dünya çapında tanınan uluslar arası bir marka olarak mı algılandığımızı bilmektir.” Peter Kenyon, Manchester United Genel Müdürü

Dünya keyif alınacak bir oyun alanı olmaktan hızla uzaklaşırken, sistem kendisinin dışında olan her türlü canlıyı olumsuzlayarak, kavrayıcı ve samimi olmaktan uzaklaşıyor. Dünyayı gözden ne zaman çıkardık tam olarak ne zaman, bilmiyorum. Ama Samsung’un son reklâm filmine bakalım:
Dünya, varlıkları henüz tanımlanamayan, gizemli dünya dışı varlıklar tarafından istila ediliyor. İnsanların kaderini belirleyecek bir futbol karşılaşması için bir çağrıda bulunuluyor. Bu çağrıya cevap, gezegenin en iyi futbolcularının bir araya getirilmesiyle veriliyor. Takım, kendine duyduğu özgüvenle dünya dışı varlıkların uzay aracındaki futbol karşılaşması için dünyadan havalanıyorlar. 
Bu reklam filmi, dünya futbolunun geldiği noktayı, onun meydan okuyacak bir güce ve öz güvene dönüştüğünü gözler önüne sererken, bir yandan da kendimizden farklı olana tutunduğumuz düşmanca tavrında altını çizmiş oluyor. Dünya’daki futbolun, dünya dışı varlıkların ilgisini çekmesi kadar doğal bir şey yoktur. Çünkü futbol öyle bir oyundur ki hem oynayanı hem de seyircisini karşılaşmanın öncesinden başlayarak, oynandığı dakikalarda ve sonrasında bile odak noktasında tutmayı başarır. Ama futbol, düşmanlığın ve ya insanların kaderinin belirlendiği bir düzlem olamaz. Futbol her şeyden önce bir oyundur. Oyun kavramından rahatsızlık duyan otoriteler tarafından endüstrileşmesi de bu yüzdendir. Futbol, aktörlerinin birbirleriyle mücadelesi sırasında seyirciye düşen sadece keyif almak ve duygu kurmakken, saha içindeki mücadelenin ve devamında sonucun şekline göre oyun alanından çıkıp bir baskıya bir otoriteye dönüştürülmesi sağlanmıştır. Endüstriyel futbolda duygunun ön planda olması beklenemez, burada önemli olan rekabettir. Yarışmak ve kazanmaktır. Futbolcuların saha içinde eğlenerek oynadıkları oyuna dıştan müdahale etmek, futbolun oyun kavramına ve eğlencesine gölge düşürdü. Büyük stadlar, seyircinin takımının bir parçası hissetmesi, bağlılık, hatta holiganlığa kadar varan sürecin en arızalı şekilde yaşanması neden oluyor. Elde edilen gelirlerle futboldan ve futbolun bu ticaret ağından beslenenler için marjinal şekilde büyüme gerçekleşirken, seyircilerin sosyal sınıflarının daha dibe gitmesiyle de şiddet için gerekli şartlar oluşmuş oluyor. Bir yandan futbola harcanan para itibarsızlaştırılırken diğer yandan da asgari ücreti itibarsızlaştırarak yoksulluk seviyesini dibe çekiyor. Sonuçta futbol oyunun büyürken ülke ekonomisi küçülüyor. Futbol da sadece oyun olmaktan çıkıyor. Çünkü futbol sadece oyun değildir.
                                                                                üstünlüğün parayla kazanılmadığı bir sistem bulmak gerek. Yoksa bütün yoksullar yok olup gidecek ve zenginler baş başa kalacak. Ben bu amansız kapitalizmi istemiyorum.” Michel Platini, Nisan 2000

“Ya günümüz futbolu geleceğin habercisinden başka bir şey değilse?”[2]
“Futbolcuların “starlaştırılması” da giderek “show-biz” yıldızlarının serüvenlerini andırmaya başladı: Stadyum tanrılarına adanmış internet siteleri sanal şampiyonlukları sergileyen video oyunları, özellikle mankenler veya yıldız adayı genç kızlarla yaşanan “aşklar” yoluyla magazin basınına giriş. Giderek spor alanını terk eden “Futbol A.Ş.”, sadece Figaro’nun finans sayfalarında değil, Voici ve Gala’nın bonbon pembesi sayfalarında da yerini alıyor. Fabien Barthez McDonald’ın reklam panolarında olduğu kadar, topmodel Linda Evangelista ile ilişkisine çok meraklı magazin basınında da boy gösteriyor. Evangelista’nın yolu magazin sayfalarında sık sık eski meslektaşı Adriana Karembeu ile kesişiyor. Magazinlerde şarkıcı Elsa ile maceralarını izleme şansını bulduğumuz Bixente Lizarazu (birbirlerine sarılmış “üstsüz” fotoğrafları Paris-Match’a kapak olmuştu), yaz aylarında televizyonda sunuculuk yapıyor.

Peki, ileride para ile magazin arasında spora da bir yer kalacak mı? ve nasıl bir spor olacak bu? Ticaretin şiddetli girdabına geri dönülmez bir biçimde gömülmeye mahkum bir spor mu? Moda olmuş ürünlerin satışıyla uğraşan bir spor mu? Televizyonda seir başına ödemeli maçlardan ViP locasına, kulüp hisse senetlerine ve tahvillerine uzanan bir spor mu?

On yıldan kısa bir süre içinde yaşanan altüstlüklerin boyutlarını kavrayabilmek için – buna hala gerek varsa tabii- 1991’de o sırada Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası adı verilern turnuvanı meşhur finalinin bazı görüntülerini izlemek yeterli olacaktır. Bir mayıs akşamı, İtalya’nın Bari kentinde, Olympique de Marseille Belgrad’ın Kızılyıldız ekibiyle karşı karşıya gelmişti. Yugoslav kulübü o sırada Avrupa’nın büyüklerindendi (bugün bir Doğu veya Kuzey takımının Şampiyonlar Ligi finaline yükselebildiğini hayal etmek bile çok güç) ve Tapie’nin OM’sini ve yıldızlarını alt etme zevkini yaşamıştı. Formalarında ne reklam, ne de sponsor şirket ilanları vardı. Bugün neredeyse “hükümsüzüdür” damgası vurulabilecek bu görüntüler artık yok olma yoluna girmiş bir sistemin tanıkları gibi. Şimdi ise gösteri ve internet-futbol zamanı!”[3]

Futbol üzerine düşünen, seyreden, öylesine göz ucuyla süzen herkeste aşağı yukarı uyandırdığı duygu aynıdır ve futbolun geleceği üzerine kaygılar neredeyse ortak kaygılardır. 1900’lerin başında futbolun büyüme hesapları o günlerde kimleri tedirgin ettiyse bugün de birçok insanı kaygılandırıyor. Futbolun gelişen ve değişen zaman içerisinde medya yönetiminin bir parçası haline gelmesi ve medyanın iktidar odaklı yayın anlayışı, futbolun yönetim-futbolcu-seyirci üçgenini siyasileştirirken, şiddeti de meşrulaştırıyor. Futbolun oyun sahasını, gladyatörlerin hayatta kalmak için acımasızca şiddete başvurduğu arenalara benzetilmesi bu korku verici tedirginliğin sınırsızlığını ve keskinliğini ortaya sererken aynı zamanda seyircilerin her türlü manipülasyonlara açık oluşlarıyla toplumsal travmaların merkezine odaklanabileceğini ve geleceği bu haliyle tehdit ettiği unutulmaması gereken bir paradokstur.
                              “Spor sanayiye dönüştükçe, oynamak için oynamanın neşesinden doğan güzelliği sınır dışı etti. Bu yüzyıl sonu dünyasında profesyonel futbol yararsız olanı mahkum ediyor ve verimli olmayan da yararsız kabul ediliyor. İnsanı kısacık bir an için bile olsa yeniden çocuklaştıran, lastik topunu zıplatan bir çocuk veya yün yumağının peşinden koşturan bir kedi gibi oyunlardan zevk almasını sağlayan o çılgınlığa günümüz futbolunda yer yok.” Eduardo Galeano

Üç Taraflı Futbol Maçına Var mısın? 

Futbol çevresinde yeni vizyonlar geliştirme olanaklarından esinlenerek, demokratik toplumların ve ifade özgürlüğünün İstanbul tabanlı online platformu InEnArt, “Göstericiler ile Dayanışma jesti” olarak Eylül 2013’te 13. İstanbul Bienali paralel etkinlikler çerçevesinde üç taraflı futbol maçı düzenledi.[4]
Bu oyun,  geleneksel futbolun çatışmacı ve bi-polar doğasının yapısını bozma iddiasında bulunarak, sosyal mücadeleye bir göndermede bulunuyordu.
Müsabaka, Philosophy Footbal Fc/İngiltere, Dynamo Windrad/Almanya ve Gazozcular/Türkiye’nin yaratıcı profesyonellerinden oluşan üç takımın katılımıyla gerçekleştirildi. En az gol yiyen takımın kazandığı futbol müsabakasında kaybeden Gazozcular/Türkiye’nin yaratıcı profesyonelleri oldu. Müsabakayı eşcinsel olduğunu açıkladığı için TFF tarafından görevine son verilen hakem Halil İbrahim Dinçdağ yönetti. Açtığı davanın sonuna geldiğini belirten Halil İbrahim Dinçdağ ile hem dava süreci hem de Üç taraflı futbol üzerinden sohbet etme imkânı da buldum. Geleceğinden umutlu, mahkemenin vereceği kararın olumlu olacağını düşünüyor fakat bir taraftan da mutsuz, dava sürecinde yalnız kaldığını belirtiyor. Aslında diyor, tek kendi davam değil, maalesef tüm davalar bu şekilde, mahkemelere gitmiyoruz, destek olmuyoruz birbirimize, diyor. Üç taraflı futbol maçı oyuncular ve izleyen bizler gibi hakemi de kendisini de heyecanlandırmış, normalde bir hakem daha oluyormuş bu arada. Futboldaki kirlilikten bahsediyor iki insan futboldan konuşmaya başlayınca ne kadar kötü, yeni umutlar arıyor insan. Bu noktada da Türkiye’deki alternatif liglerden bahsediyor. Gazozcular ve Efendi liglerinden.  İnternet üzerinden bilgi edinilmesi gerek olan ligler, seyirci davetinden söz etmeme gerek yok, izleyicisi ve takipçisi aynı zamanda katılımcısı olmak sizin elinizde benden iletmesi.
InEnArt’ın internet sitesinde oyun ile ilgili şu kurallardan bahsediyor:
Üç taraflı futbol, oyuncular arası dayanışma, iletişim ve işbirliğine dayanır ve ifade özgürlüğü ve barışçıl ortamlarda çoğulcu toplumlar için bir metafora dönüşür.
Bu oyunda altıgen bir sahada, iki değil, üç takım, rekabet yerine işbirliği içinde kendi aralarında geleneksel futboldan farklı olan kuralları kabul ederler.
Üç taraflı futbol, geleneksel futbolun üç takımla oynanan bir çeşididir ve 1962’de Danimarka’lı sanatçı Asger Jorn tarafından geliştirilmiştir.
Geleneksel futbolun tam tersine, üç taraflı futbolda “arkadaş” ve “düşman” kategorileri sürekli değişir, rakipler kısa bir süre için birleşir, işbirliği, dayanışma ve iletişim gereklidir. Düşman sadece düşman değildir, müttefikler de potansiyel düşmanlardır. 
İki takımdan en yüksek puanı alanın kazandığı geleneksel futbolun aksine, bir takım gol attığında skor kabul edilmez ama diğer taraftan yediği goller sayılır ve en az olü yiyen takım kazanır.
Sınıf mücadelesi içinde hakem devlet ve medya aygıtının anlamlar bütününe, geleneksel futbolun çatışmacı ve bi-polar doğasının yapısını bozma iddiasında bulunan bu oyun, devam eden sınıf mücadelesinin siyasi sürecinde tarafsız bir hakem benzetmesi yapar.
Üç Taraflı Futbol Maçı, Marksist-Leninist Diyalektiği eleştiren Triyalektik üzerine kurulu bir konsept. Para ve iş hayatında sömürülen işçi sınıfının zenginlerle mücadelesi tek temel olarak kabul edilmiyor. Hep üçüncü bir yol olduğunu öne sürüyor Asger Jorn. İdeolojilere onay vermeyen, toplumsal baskılara yenilmeyen, homofobiye de karşı olan yol. Maçımız bunu temsil etmekte.[5]

Hakem Halil İbrahim Dinçdağ ile sohbetimizde futbolda kaybettiğimiz şeylerden en önemlisinin sevgi olduğu konusunda hem fikir olduk. Eskiden futbol oynanan her yerde birbirine lakapla seslenen insanlar vardı, şimdi yok. O zamanlar oynayan oyuncuların futbol tarzları, kişilikleri, yaşantıları, onları içimizden biri yapan eşit ekonomik ve sosyal şartlardan da kaynaklanıyordu. Bir zamanlar halkların çocukları olan bu futbolcular, endüstirinin gelişimiyle gezegenin dışına bilinen bir yıldıza dönüştü. Kahraman yerini ikona ve imaja bıraktı. Zenginliğe ve ihtişama. Ve bizler evlerimizde kendi tuttuğumuz takımın maçlarını ücret ödemeden izleyemiyoruz bu yüzden de televizyon ekranlarından futbolun yeni yıldızlarını seyrediyoruz. Bu bir parodoks mu yoksa vahşi kapitalizm mi?
Üç kaleli futbol, birleştirici, izlerken de oynarken de bir oyunda olduğunuzu biliyorsunuz. Kadın ve erkeğin aynı takımda rakip takımlarla beraber oyuna katılması hem çok eğlenceli hem de zevkli. Oyuncu değişikliği basketbolla aynı. Bir turnuva yapılacaksa eğer üç kaleli futbol turnuvası yapılmalı. Herkesi içine almalı, birleştirmeli. Belki de şu günlerde ihtiyacımız olan bu sosyal birleşmedir.
Gezi Parkı’ndan önce ve sonra kaybettiğimiz tüm çocuklarımız adına bu yazı üç kaleli futbol turnuvası yapma çağrısıdır.   
Ali Aydemir