Nasıl olsa pazarların çoğu tekrarlardan ibaret.
Kategori: Şiir
Hürlerin Şarkısı

-I-
Bütün gün orada, huzura ereceği o yerde,
güneş ışığı sanki eski günlerdeki gibi değil, fersiz.
Parlayacağı zamanı unutmuş gibi. Korkarım
en iyi ihtimal mümkün olmayan ihtimal.
Toprağın içine karışan keder,
gölge gibi büyüyor ve güneşin yürüdüğü boşluğu dolduruyor.
Burada, bütün kötü şeylerin görüldüğü ve duyulduğu
bu yerde, çekilmeyi bekliyor kendine
Yok olan ağaçların
Ezilen çimenlerin
Kitapların arasında unutulan yaprakların
-HışŞş!
Sabah alacasında yürüyenlerin hiç zamanı yok durup ağaca bakmaya
Neredeyse öğlen molaları bile yok onların.
Korkusuzca çalışırlar bütün gün.
Aniden etrafında toplanır dünyanın insanı
Hayır, korkusuzca.
-Haşırt!
Evet hışırtıyla yapraklar dökülüyor karşılarında,
kuşların ince sesleri,
hürlerin şarkısı.
Saygılı ve minnetle göğe yükselmiş kavak ağacı sesleniyor:
-düzgün ve yumuşak toprağın üzerinde,
İnsanların gölgelerine
Kuşlaradır belki. Garip.
alâim-i sema*

Berrak geçer.
Közden ağaçlar kalır geriye,
Su bulanır
Karanlık çöker her yere
Rüzgâr zembereğin içinde yılan gibi kıvrılır
Unutur zamanı orada
Hapsolur yaşamın içinde ne varsa
İşte orada.
Yoksul ve kül.
* Türk kozmogonisi
Bertolt Brecht’in Domuzları



Karanlık çağları keşif için yüzen gemilerden ayırdı hiç tereddüt etmeden, onun için böyle demek doğru olur. III. Reich’in asaleti Alman halkıydı, onu oradan sökmesi gerekiyordu, bir maske yapabilir miydi bunu ve o maskeyi nasıl yapacaktı. Ahırdaydı. O an birçok kasvetli anın içinde George Orwel’i düşünmüş olmalı, Hayvan Çiftliğini. Bay Jones olsa olsa Almanya olabilirdi, sadece bir hata onca hatanın içinde körkütük bir despotluğu hortlatmıştı. Aslında hortlak doğru bir sözcük değil. Sonuçta bu bir roman değil.
Henüz hayatının 4. perdesine geçmişsin ama herkes oyunun bitmiş gibi fuayede alkışlıyor seni, sahnede oyunun devam ediyor, ne büyük övgüler, işte çağın ruhu diyorlar sana, bir eleştirmen özlü sözlerinin arasında kalabalığa şöyle diyor, Eski Mısır’daki kütüphaneler duvarlarında şu sözü taşıyor: “Ruhlara Ziyafet”. Bitmek bilmeyen övgülerinin arasında işte senden böyle bahsediyorlar, Çağın zekâsı ondan toplanmış olmalı, bu yüzyılı değiştirecektir, kesinlikle, diyorlar.
Ahırdasın. Domuz horultuları arasında.
Bazı duyguları insanlara anlatamazsın. O yüzden kendi kendine fısıldayabilirsin: Belki de soyutlamanın ne kadar önemli olduğunu söyleyeceksin, fakat söze şu an soyutlamayı düşünme diye başlamak zorundasın. Çok daha önemli olmayacak fakat nasıl düşündüğünü öğrenmen lazım. Başka türlü özgür olabilirsin. Başka türlü.. Başka. Başka bir domuz horultusu bölüyor kendinle konuşmanı ve daha başka domuzlar homurtudalar her yanda. Burası onların ahırı. Bir domuz ahırında insanca şeyler düşünmek bir tarafa, Marksizmin veya sosyalizmin ufkunun ötesine bakmak başka türlü bir şey mesela.
Bertoll Brecht’i evinin içinde yaşlanan insanlar anlayamazlar. Gün geçtikçe bilgeleşen bu insanların bilgeliklerinde sınıfsal olan bir şey yoktur. Farklı fikirler vardır, bolca hayaller. Annelik babalık bir o duvara toslar bir bu duvara. Doğum ve ölüm arasında büyük bir şöhrettir bu kim bilir, bu çağın sorunu değil neyse ki, belki gelecek çağların.
Düzeltebilirsin,
öyle sanıyorsun
merdivenleri çıkarken,
durmadan
hemen önce,
orada henüz daha ilk basamakta yani.
-Kalp hastaları dururlar bir sağlık sorunu olarak fakat sen sağlıklısın.-
Zihninde pırıltılı fikirler var heba olmasın diye daha o ilk adımda Rembo’nun yaşadığını düşünüyorsun. Ödüller alıp veriyorsun, billboardlarda Selman Rüşdi kırmızı halıda Padma Lakshmi.
Aforizmalar düzülebilir
boşluktur
yapar bunu insan, kısa ve çok kısa jestler de ve mimikler.
Fakat acelecilik.
O ilk basamakta hem de.
Dünyanın en güzel baharları yaşanır ve geçer,
bir ağaç dikilir mesela elma, kıpkırmızı yumrular eğer dallarını yere, çocuklar sallanır dallarında yetişkinler ara sıra onca yüzyıl neşe içinde yaşanabilir orada o ağaçta
sonra kurur günün birinde, bakımsızlıktan,
çevresinde insan kalmadığından
ya da herkes benzer bir merdivenin başka bir ilk basamağında kalakalır
ağaç yere düşer
büyük bir gürültü olmalıydı bu.
Meyvesinden yiyip büyüyen çocuklar nasıl çekip gidiyorsa o da gidiyor dersin arkasından.
Neler geçip gidiyor henüz o ilk basamaktayken.
Bazen nasıl çıktım buraya diye düşünürken unutuyor insan o ilk basamağı,
Romantik dönemden bir hayalet gibi orada o ilk basamakta..
Yeni ve cesur bir dünyada yaşıyoruz, o ilk basamağı saymazsak.
Bana göre fareler parşömenleri bilgelerden daha çok kemirmiştir.
II.
Eisenstein’ın Korkunç İvan’ının setini gören çok az insan var artık, Andrei Konchalovsky bu yönetmenlerden biri, Sevgili Yoldaşlar filminde -ki son filmidir belki de veya en sonuncusu kim bilir:
“Şolohov gerçekleri yazmış olsaydı onun var olduğunu kimse bilemezdi, onu bir yere gönderirlerdi, hatta diğerleriyle birlikte idam edilirdi. Diyor. Ve bunun tartışılması gerektiğine inanıyor. Ve bir Sovyet gibi soruyor: Komünizme inanmayacaksam neye inanacağım?
-Her şeyi cehenneme çevirdiler, her şeyi.
-Ve sonra yeniden başladık.”
O gece Bertoll Brecht belki gece değildir, bütün domuzların yüzüne III. Reich’in yüzünü maskeledi, nasıl yaptı bilinmez, hangi malzemeleri kullandı hiç önemli değil. Bunu yapmamış bile olabilir lakin yaptı. Bir metafor olarak en azından. Domuzları sevmediğinden değil. Domuzları şeytanileştirmek için hiç değil. Soyutlamak için.
Yeniden başlayabilmek için ahırın ortasına bir masa koydu ve Hitler’lerin homurtuları arasında başladı yeni oyununu yazmaya, şiir de yazmıştır.
Eşitlikten ve özgürlükten bahseden şiirler..
Gergedanlara Dokunmak

David Whelan Photography
Dünya Gergedan Günü’nde
Beyaz Gergedan. (22 Eylül 2021) https://www.instagram.com/davidwhelanphotography/
“Yürümeye devam ettim, adımladım sonsuzluğu,
Karanlık bir ormana vardım sonunda.”
Öğretilen her şeyin Arapça olduğu ilk yüzyıl 12. yüzyıldır.
Türkçe diğer medeniyetlerden bilhassa kendi medeniyetinden
El dokumacılığı gibi ördüğü diliyle ya da köylerindeki gençlik sanayisiyle ayrılması gerekeceği yerde, merakına yenilmiş
Ve bir başka dilin cehennemine düşmüştür, anavatanın hangi mevzu bahiste kurtarıldığı tarihçiler tarafından uzun uzun kaleme alınmıştır, akademilerde uzun uzun işlenmiştir. Lakin Tarih kelimesi dahi Türkçe değildir. Türkçeyi geriye ne kadar götürebiliriz? Götürebilir miyiz değil, götürmeliyiz!
Mesela, 6. yüzyılda çobanlık yapan bir çocuğu bozkırın sesi yutan boşluğunda, Türk diye çağırsak çocuk dönüp bakar mı?
Bakmaz. Kendini Türk hissetmediğinden değil, Türkçe konuşmadığından da değil, Türk kelimesinin Araplar tarafından dillendirilen bir kelime olduğundan, hayatında hiç Arap görmemiş bir çocuğun Türk kelimesine aşina olmayacağını tahmin edersiniz, en azından 2022 kışında, iklim değişirken, Karadeniz cennetinin çölleştiği o ilk günlerde, bunu tahmin edersiniz.
Nuh’un gemidekilere dönüp: “Bir şeyler görüyor musunuz?” diye sorduğu o anın, herkesin gemiye alındığını duyurmaya yakın olduğumuz tek ana dönüştüğünü, bütün din kitaplarında okumak mümkün. Ama kuzeyde yaşayan bir dil için böyle bir tufan mümkün değil. Kum ülkelerinde ya da Afrika’da da mümkün değil. Tuhaftır, bütün Avrupa ülkelerinde bile kimse Tufan kelimesinin kökeniyle ilgilenmemiştir. Türkçeyi bu tufana kadar götüremeyiz. Çünkü Türkçe “Ölüler kalkınız” demez. Ölünün bir daha kalkmayacağını bildiği için, Mesela İskandinavlar da ölülerle konuşmaz.
Sahibiniz, gelip bu halkın kralını hiçe saymıştır, böyle denilmiştir uzun yıllar, neden Batı’ya gidiyorsunuz? İstanbul’da bir başkent Türkçeye ihanettir, böyle konuşan insanlar olmuştur uzun yıllar, soyları tükenmeden ya da din değiştirmeden önce. Duyulmuştur. Hindistan duymuştur, Pakistan, Afganistan, Türkistan doğu ve kuzey kabileleri, biri daha duymuştur, kumun içinde kara bir delik.
Selçuklu Devleti kurulduğu zaman kendilerinin Orta Asya’dan göç eden ailelere sahip olduğunu bilmiyordu. Orada birkaç kuşaktır doğup büyüyen bir halk için bu bir eleştiri değildir. Kaldı ki bir şiirin düşünen bir varlık olduğu hep bilinir, en eski temrindir bu. Aristoteles’ten çok önce de bilinirdi. Aristoteles’in Poetika’yı yazdığı yıllarda eski büyük Dionysos Dithyramboslara hiç katılmadığını kaç kişi bilir? Bu gerçek tek bir gerçekle kesişmiştir, o hiç eski tragedya izlememiştir. Poetika’yı bir tiran gibi yazmıştır. Metin okuyarak. O yüzden Sophokles’i baş köşeye koymuştur. Atina’yı yerle bir eden Euripides’i hiçe saymıştır. Eğer bir yazar veya bir ozan devrimci olabilirse ilk devrimcilerden biri sayılmalıdır Euripides, Medea! Medea! Medea! Onu Büyük Kreon’u öldürdüğü sahne için bile sevebilirim.
Diğer halkların topraklarını fethetme çabası tüm uğraşların önüne geçmiştir ezelden beri ne dil düşünülmüştür ne kronoloji, mitoloji unutulmuş, çocuklar yeni masallarla büyütülmüştür. Her halk böyle yapmıştır. Haçlı seferleri şanlı şövalyelerden neden bahseder, bu yüzden: Torunlarının da yağmacılık fikrini miras almaları için. Role ihtiyaç duymayan kimse var mı? Ticarette akılda kalan tek şey zenginliktir. Eşit bir alışveriş sayılır bu. Tarih kimin hayatta kaldığıyla ilgilenmez, onu kimin yazdığıyla ilgilenir, yani güçle.
Çocuklarına gerzek olmasın diye ejderhalardan bahsetmeyen insanlara Gergedanlardan bahsedecek değilim. Nuh’un gemisine almadığı bir hayvanın cennetteki en kutsal hayvan olduğunu aşılayacak da değilim. Gergedanların soyu tükendiğinde onlara dokunan son insanların da onlarla katledileceğini biliyorum.
-Nuh her canlının bir çiftini gemiye almıştır!
Böyle bir gemiyi hayal ediyorum, sanırım Türkiye’den büyük bir gemi olurdu bu.
Not: ‘Bu şiir, “Natama dergisi 34&35. sayısıyla raflarda”
Lütfen dergi alınız.’
Gök Çarkı
“At bir Ay hayvanıdır." Kaşgari

Zaten tutkuyla birbirlerine tutunsalar, göğün ve yerin düzeni bozulur, kıyamet kopardı,
Ama çocuğun bindiği kısrak göğe doğru koşuyordu, onun adı kutsal olandı,
Kurda ne için boynun yoğun demişler, işimi kendi elimle tutarım da onun için, demiş,
Han da öyle yaptı. Buyruğunun altında kurt dilli kır oku yanındaki bahadıra verdi,
Dedi ki, senin emrine kurtları verdim, bir kır ok, tez onu bana getiresin.
Bahadır, kurttan korkan bir köpek gibi çömeldi Han’ın ayaklarına,
Kudretin ve gücün bir timsali gibi karşısında yükselen Han, son sözünü böyle söyledi:
Var git şimdi, çelik bozkıra ulaşmadan.
O gece gökyüzüne bakanlar,
Üst üste dizdikleri taşların üstüne bir taş daha koydular,
Alacakaranlık, uçsuz bucaksız bir bozkır,
Şahlanan bir at, sanki kuyruklu bir yalduz
Peşinden seğirten kurtlar, cins, güzel ve cesur. Yetişemiyorlar ona.
Yemeğini çiğ yiyenlerin gözlerinin önünde yaşanan bu kovalamaca,
Sarayın balkonunda, yaşlı bir adamın oğlu tarafından yazılıp okundu Han’a.
Efendim nasıl söylesem bilmiyorum, dedi evvela.
(Bu çocuk), gök yeleli korkunç bir kurt gibi sürüyor atını semada.
Yetişmek mümkün olmasa gerek ona.
Mavi gözlü, kır bıyıklı Han böyle konuşurken buldu kendini karanlıkta
Bir ürperti çöktü saraya.
O gece gökyüzüne bakanlar dehşete kapıldılar
Gece karanlığı henüz bitmemişti, saatler vardı daha günün ağarmasına
Bozkıra parlak ve kararlı ışık huzmeleri düşüyordu
Bir uçtan bir uca aydınlanıyordu her yer.
Alman destanının meşhur kahramanı para verip kurtulmak
İsterdi bu düşten, büyük hazinesini verirdi tereddüt etmeden,
Bir nefes daha Tanrım diye yalvarırdı o cengâver Nibelungen.
Bozkırın yoksul ve çaresiz halkı feryatla Han’ın sarayına koştular,
Bazen gözyaşı dökmeye vakit yoktur, ama acıdır, acı olan.
Yılanlarla dolu bir zindana razı olurdu şimdi,
Böylesi bir son hiç düşünmemişti.
Son ana kadar gökyüzüne baktı Han, sakin, büyük bir ruha sahip şövalye,
Etrafında hızla yayılan korkuya cömert davrandı önce,
Sonra cinler periler sanacaklar, dedi.
Sarayını ateşe veren hızla yaklaşırken.
Sonra bahadırını düşündü,
Arkasında bıraktıklarını,
Kurt kıllarıyla örtülü yüzüğünü çıkarıp fırlattı gökyüzüne,
Ateşin geldiği yere.
Bir gün mutlaka, dedi,
Fakat benim için bitti.
Heyhat.
Taşın kızgınlığı soğuduğunda, ateşin kızıllığı karardığında
Mağlup ama korkusuz yeni bir gün doğdu ufukta.

Od Prens (Ateş Prens) dosyamdan bir bölüm
Cin Meclisine Giriş

-ey efsunkâr divaneye bakıp demez misin ben bir hamutken
sen nasıl suveydada bir zümrasın.
-çul çürüten ne bilsin
abisin biriyim belki de fenafillah
-ey harfendaz ey kalendermeşrep üftâne olup mu düştün yola
yoksa deruni bir yas mıdır seninki
-ahde vefadır çıktığım bu yol
neva değilse sebatkârsam kime ne
-ey câdûsühan mesrur da sensin hâlihulyâ da
ey diğerkâm gel otur soframıza
-gönül deryadildir, eyvallah.
Teselli Nehri – III

yeryüzünde bazı insanlar yalnız kalmamalıdır özellikle mazlumlar
peki kime mazlum diyeceğiz, herkes bu kadar yokluk içindeyken.
gözyaşı vardır, her gözden akar, kolayca akar bazen, bazen göz sadece bakar
şimşek gibi bakar, omuzlar vardır dik durmaya çabalar, ama o da yenilir zamanla.
eğilir insan tüm vücuduyla, solmuş bir çiçek gibi bükülür omurgasından
fakat dik durur o, hınçla durur ama öfkesiz, nezaket denir buna.
akmayan gözyaşı vardır, öyledir kiminin gözyaşı, gözde hiç kalmadığından akmaz
karanlık gecelerde kimse yokken etrafta bir nehir gibi akıp kurumuştur sonunda.
bir göz için her şey söylenebilir fakat göz yanmaz ateşte, buharlaşır, su gibi
mazlumu suya koysan su sanırsın tek farkı budur. Su yanmaz sadece buharlaşır.
bütün bir insanlık tarihine bakıyorum, hepsi su kenarında kurulmuş
buhar olup karışmış doğaya bir gözyaşı gibi terk etmiş gözleri.
“ve gözümüzde kaybettik ağlamayı” dedi Nazım zafere dair şiirinin içinde
zaferin nasıl kazanıldığını bu büyük dizeyle anlattı o, keder içinde.
gözyaşının olmadığı yerde ne zafer ve tutku ne aşk vardır, tarih de yoktur.
akıp giden zaman içinde, yokluğa sarılmış, mazlumun büyük şiiri vardır.
mazlumu arayan gözyaşını takip etmelidir, gözden yere nedensiz düşmeyen
çaresiz değilsin kardeşim, bugün umut içindesin yine, diyebilmek için sadece.
Şeylerin Sanrıları
Bir gece deniz kenarında nasıl ölmek istiyorum düşünürken, kendi karanlığından hoşnut, ilk önce ceset olduğunu düşünmüştüm, derileri dökülmüş pis bir şey, leş bir fare, kırmızı şapkasıyla çıktı Haliç’in içinden. Suyun üzerinde sağa sola duba gibi yalpalayan kırmızı kan topları midemi bulandırıyordu. Kafamı kaldırdım. Galata Kulesi yerinde yoktu.
