Hikâye

Korktuğum zamanlar çoğu insan gibi gökyüzüne bakarım, sanki gözlerim kapalıymış gibi karanlığın içine hapsolmuşumdur o an. Yolumu aydınlatacak tek bir ışık için yalvarırım. İçimden, sessizce. Kendi kendini korkuyla telkin eden yoktur sanırım:

  • Şimdi korkabilirsin.
  • Birazdan öleceksin.
  • Bu da senin başına geldi işte. Durma çığlık at. Kaç!
    Yok, hayır. O andan kurtulmak için sadece umutlu olman gerekir. Yoksa oracıkta, başına hiçbir şey gelmeyecekse bile gelir.
  • Bu sefer başka. Şu an gördüğüm şeyi neden ben görüyorum.
    Anlatamayacağın bir hikâyenin en başındaysan kaçamazsın. Kaçarsan kaybedersin. Bazı durumlar vardır ki kaçmak zaten hiçbir işe yaramaz. Sürat dediğimiz şey sonuçta fizikseldir. Yani bir insanın kateteceği hızın maksimum seviyesi bellidir. Bir de o insanın fiziksel sınırlarını düşündüğümüzde hızın insan için kullanılan bir terim olmadığı ortaya çıkar. Zaten koşan bir varlık olarak tanınmayız genellikle yürüyüşüne göre sınıflanan bir türüz; hızlı yürüyenler, yavaş ve gamsız yürüyenler, her şeyin sahibi gibi yürüyenler ve bir aletle yürüyenler; başı önünde olanlar, etrafı süzenler, sabit bakanlar, baktığını görmeyenler, hiçbir şeyi umursamayanlar.
    Bunların çoğu sokak için söylenebilir, istenildiği kadar da bu örnekler çoğaltılabilir. Kapalı pencereleri aşıp sokaktan içeriye dolan gürültü tüm huzuru alt üst ederken, söylenen her sözün eksikliği kulağınızda küpe olur. Ağzındaki sözü kesen başka bir sesin varlığından rahatsız olanlar hikâye anlatamazlar. Her kimseniz, bilmelisiniz. Hiçbir öykü kusursuz anlatılamaz. Ya da şöyle demeliyim sanırım. Arap sabunuyla yıkanmak kimseyi Araplaştırmaz. Herkes kendi hikâyesini anlatır.

Kıssadan kıssa

Bir yokluğa düşünce, fırtınalar kopunca içimde, bu yaklaşan elbette dünyanın sonudur derim kendime, buradan geri dönmelisin. Saatlerce yürüdüm. Yürüyüş anlamsız geldiğinde eve döndüm. Annem yeğenimin ezdiği üzümlerden pekmez kaynatıyordu. Kazanın altına odun koyarken annem mâni okuyor çocuklar da oturmuş onu dinliyordu,  

“Elbisesi mor imiş  

Mor imiş de ne olmuş 

Gurban olduğum Allah 

Ayrılık ne zormuş” 

“Entarisi göğ idi 

Kimden aldın bu öğüdü 

Ben üzerine düştükçe  

Senin gönlün büyüdü” 

Annem hem neşeli hem kederliydi. Bir hafta sonra oğlundan ayrılacaktı. Aklı da gönlü de bu ayrılıktaydı.  

“ İn dereye durursun 

Kuru fındık bulursun 

Alacaksan al beni 

Sonra pişman olursun” 

Maniler yeğenlerimi gülümsetiyordu. 

Evin kapısında bütün yıl yapraklarını dökmeyen taflan ağacının altına gelip oturdum. Babam ve Halit dede geldiler peşimden. Beni görünce Halit dede yaklaşıp yanıma oturdu. 

Ben kimim dedi? 

Halit dedemizsin, babamın kuzenisin.  

Hayır, dedi ben kimim? Sualini anlamamış gibi gözlerine baktım. Bak, dedi ben senin atan sayılırım. Sadece deden değilim. Kaldı ki aslında dedem bile değildi, dedemin yeğeniydi. Bir daha biz konuşurken oturup dinleyeceksin. Seni düşünmediğimizi nereden biliyorsun. Sana bir hikâye anlatayım da kıssadan hisse olsun. 

Vaktiyle bir ülkede büyük bir han varmış. Tanrı bu hana büyük denizi geçerek Demir Dağ’daki insanlarla harp etmesini emretmiş. Han da Tanrının bu emrini yerine getirmek için asker göndermiş. Askerler bin bir güçlükle denizi geçip Demir Dağ’a varmışlar ve onlara savaş için geldiklerini söylemişler. Fakat onlar hiç oralı olmamışlar. “Savaş nedir?” diye sormuşlar. Bunlar dövüşelim demişler. Anlatmışlar, göstermeye çalışmışlar ama hiç faydası olmamış. Geri dönmek zorunda kalmışlar. Geri dönerlerken de Demir Dağ’ın hanı onlara birçok hediyeler ve hanlarına da bir kürk hediye etmiş. Gelmişler, durumu hanlarına anlatmışlar. Hanları da şaşmış bu işe. Getirin demiş, şu kürkü göreyim, demiş. Getirmişler bakmışlar ki bu kürk kendilerine çok büyük. Kürkü parçalayarak sekiz tane kürk yapmışlar. O zaman han meseleyi anlamış. Demiş ki: bunların bir tanesi bizim sekiz kişimize karşılık imiş. Biz bunlarla nasıl savaşırız, demiş ve savaştan vazgeçmiş.” Anlattığı hikâye hoşuma gitti fakat ne demek istediğini anlayamadım, ağacı çıkarıp bu konuyu kapatacağımızı düşündüm. Rahatlamış bir şekilde, ben de düşünmüştüm ki diye söze girince. Hayır, dedi. Ben sözümü bitirmedim. Bazen işin içinden çıkamayacağın durumlarla karşılaşırsın. Fakat işinden vaz geçmezsin. Bizde vaz geçecek değiliz. İçin hoş olsun bu konuyu çözeceğiz. Bana sorarsan bu konu bile değil. Ama, dedim. Dedin ki han vaz geçmiş savaşmaktan. O zaman vaz geçmiş, dedim. Hepten vaz geçmemiş. Kim Tanrı’nın sözünü yabana atabilir. Bugün o hanın çocukları tüm dünyaya yayılmış durumda. Peki o Demir Dağ’ın ülkesine ne oldu dersin, yok olup gitti. Bugün isminden eser bile yok. Düşünecek, planlayacak ve hareket edeceksin. Öyle yapacağız. Biraz gözünü karart be oğlum. Sana yakışan da budur. Hatta git uyu biraz. 

Uyku zamanı geçti, dedi, babam. İş vakti iş. Şimdi halana git Hakkı enişteni çağır. Halit dedem seni bekliyor, de. Halama gittim eniştemi çağırdıklarını söyledim. Halamın buz gibi ekşi ayranından bir tas içtim.  

Adamın adlısı aptal doğmuştur, derler, dedi halam

Göçen bu dünyadan, saray umar kendine. Kimisi de bir tas ayran.

Hakkı enişte ellerini bellerine kavuşturmuş ağır aksak yürürken ona yetiştim. Seni neden çağırdıklarını biliyor musun enişte, dedim. Hayaletleri kafanın içinde arama, diye karşılık verdi. Buz gibi. Neyse dedim, siz konuşursunuz. Bir daha yanında tek kelime etmemeye karar verdim, orada.  

Dikkat dağıtıcı yeni bir şey düşün, dedim kendime 

-Bunu düşünmeyeceğim. 

Başka bir şey düşün. Yediye kadar say mesela. 

-Sekize kadar sayacağım. Nefesimi tuttum ve bıraktım. Eniştem hala yanımdaydı.  

Ruhu dışarı çıkarma gücünün bir başka yönü daha olabilir. Ruhu bedeninde olmayan insanlar var öyleyse ruhtan söz edilemez. Kötü insanların ruhunun olduğuna inanmıyorum.  

Eniştem hala yanımdaydı. Onunla bu yürüyüşü yaptığım için kahrımdan düşüp öleceğim. Ne sevimsiz insan. En iyisi hiçbir şey düşünmemek, teslim olmak ister adımını say ister etrafa bakın avel gibi yapacak bir şey yok. Keşke bir tas daha ayran isteseydim halamdan. Ya da eve gitmek için acele etmeseydim. 

Hayatın ortasında olduğumu düşündüğüm o uzun yürüyüş bitmek üzere evin bacası görünüyor, hafif yana mı yatmış ne. 

-O adım bu muydu 

-adımladım. 

-Bu adım o muydu 

-adımladım, derken eve geldim.  

İnsanlar kırkından sonra tuhaf bir şekilde yaprağa dönüşüyorlar ama ağaca asla. Bu sözü sesli söylemiş olmalıyım ki Hakkı enişte dönüp biraz nükteli: çiçek var çiçek açar, çiçek var çiçek açmaz. Herkes bir olmaz. Bu kimseyi iyi yapmaz kötü de yapmaz. Neyse ki sabırlı biriyim, diye cevap verdi. Biraz sıkıntılıyım, kusuruma bakma saygısızlık yapmak istemedim, dedim. Belli dedi, sıtmalı itin gözleri gibi titriyor gözlerin. Sen acaba okumasa mıydın Ali, dedi sonra. Valla benim çocuğum olsaydın seni okutmazdım. Tehditkâr talihsizlikleri de atalarımıza borçluyuz, dedim. Yürüyüşüne yardımcı olan bastonunu ışık hızıyla sırtıma vurdu, canım acımıştı ama belli ki onun canı benimkinden daha çok acımıştı. O esnada hızlıca yanından ayrıldım. İnsanın karşı karşıya kaldığı kötü durumların nereden aniden karşısına çıkacağı hiç belli olmuyor doğrusu. Amaçsız kötülük olmaz, denir hep, bence öyle değil. Bir saldırının amacı olamaz, kötülük kötülüktür.    

Gölgeler toplanıyor

Öğleye doğru tıpkı babamın arzu ettiği gibi abim ve abimin oğlu ile mezarlığa gittik. Mezarlıkların otlarını temizledik ve sonra da namaz için köyün eski camisine gittik, hutbe başlamıştı. İmam, köyün kuruluşuyla ilgili hikâyeler bilinmediği için herkesin farklı şeyler anlattığından söz ediyordu. Kırk atlının gelip burada mesken kurmadan önce buraların kimsesiz olduğundan, kimsenin yaşamadığı bu yerde başka mahlukların yaşam kurmuş olacağından söz ediyordu. Arada sanki gözlerime baktığını hissediyordum. Bu vaazın benimle ilgili olabileceği düşüncesiyle ön saflarda olan babamı izliyordum. Babamın boynu önündeydi düşünceli olduğunu anlamak hiç zor değildi. Kafa karışıklığı içinde imamın geri kalan konuşmalarını duyduysam bile tek kelimesini anlamadım, namaz bitince camiden dışarı çıktık. Dışarıda toplanan kalabalık için konuşulacak yeni bir konu ortaya çıkmıştı. Köyün tarihi. Hep beraber uzlaşıp, köye hatta şehre adını veren zat-ı muhteremin türbesine gelindi, dualar okundu. Kalabalığın arasından bir ses: Çoban öldü bez getir, kazma kürek tez getir, koyuna da tuz getir dedi. Pir Aziz’in Şeyh İdris’in çobanı olduğu Pir’lik makamını da Şeyhin ölmeden önce kendisine verdiğini anlatmaya koyuldu. Kalabalık bu konu hakkında konuşmayı seviyordu, daha önce anlatılmış hikâye tekrar tekrar anlatılıyordu aslında: Yaylada namazını kılan şeyh secdeye varınca birden rüya ile uyanıklık arasında kalarak ölmekte olduğunu ve dünyayı huşu içinde terk etmek üzereyken son bir gayretle Aziz’e seslenmiş ve kazma kürek alarak yanına gelmesini buyurmuştu. Koyuna da tuz. Tüm bunlar aynı anda olup bitiyordu, bir insanın köyünden yaylaya hem de secdeden henüz doğrulmadan önce yetişebilmesi mümkün değildi fakat kalabalık buna sadece inanmıyordu neredeyse tapıyordu. O an birden Ali olanın aslında ben olduğuma ikna oldum, birdenbire. Hayır, dedim. Bu hikâyenin doğrusu bu değil. Böyle olması da mümkün değil. Kalabalık beni umursamamıştı. Sesime yol vermiyorlardı, sesime alan açmıyorlardı, beni cahillikle ve çocuklukla suçlayacaklardı biliyordum fakat ısrarla ne Şeyh İdris ne Pir Aziz aynı çağda yaşamadı, dedim. Şeyh İdris Osmanlı’nın sözü geçen kadılarından biriydi. Murat Hüdavendigar’ın mührüyle işte buraya bu Karadeniz kıyılarına öyle gelinmişti. Pir Aziz’in de bir çoban olmadığını on yedinci yüzyılda Osmanlı’ya vergi ödeyen bir çobanın olmadığını, kayıt defterlerinde Pir Aziz’in Karkın Beyi olduğunu anlatmaya koyulmuştum. Kalabalık bu sözlerime itibar etmedi. Karkın mı dediler. Hayır biz Çepni’yiz. Çepnilerin sizinle yani bizimle alakası bile yok dedim. Fakat neredeyse bir hınç duvarıyla karşı karşıyaydım. Senin aklın karışmış, dediler. En iyisi sus, dediler. Bir kalabalık seni dinlemek istemiyorsa konuşarak kabalık yapamazsın, dediler. Bin tane laf ettiler. Babamın kalabalığın arasında olduğunu o sıra bacaklarıma bir sopayla vurulunca anladım. Bu kadar yeter, dedi babam. Sustum. Ama sadece bu konuyu konuşmak istiyor gibiydim. Fakat haklısın baba, diyebildim. Senin burada olduğunu bilmiyordum, bilsem asla konuşmazdım, dedim. Özürle gözlerimi yere dikerek. Halit dedenin evinin önünde bekle deyip beni oradan hızla uzaklaştırdı. Kös kös yolu tuttum. Halit dedenin evinin önünde ihtiyarların gelmesini beklerken tabakamı çıkarıp bir tütün sarıp içmeye başladım. Fındık ağaçlarına bakıyordum. Yapraklar yere düşüyordu. Gölgeler. Daha çok gölgeler, gölgeler çoğalıyordu. Kendimi korkutacak, huzursuzluğumu çoğaltacak yeni şeyler görüyordum. Sigarayı kaldırıp fırlattım. Babam sigara içtiğimi de görürse yandın ki ne yandın deyip kendimi teselli etmeye başladım. 

Bir süre sonra da babam Halit dede ve yanındaki iki ihtiyarla birlikte sohbet ederek yaklaştılar. Gözleriyle ne yapacağımı söyleyen babamın peşinden Halit dedenin evine saptık. Bizi evin önünde ağırladı. Çay içeceğimizi söyledikten sonra dün gece başımdan geçen olayları bir kez daha anlatmamı buyurdu. Yanına yaklaşıp sanki kulağına fısıldıyormuş gibi olan biteni anlattım.  

Bizim kim olduğumuz sence çok mu önemli diye sordu, önce. Evet, dedim. İnsan kim olduğunu merak ediyor.  

Yine de her şeyi öğrenemezsin, dedi Halit dede. Fakat sana söylenen hakikat içeriyor. Biz insanlara her türlü bilgi bahşedilmemiştir bazı bilgiler bizden gizlenmiştir. Öyle de kalması uygundur. Fakat tarih bu bilgilerden değil. Piraziz hakkında söylediklerin doğru mu bilemem ama Şeyh hakkında söylediklerin dosdoğrudur. O ünlü Mekke kadısıdır. Bir zamanlar Osmanlı’ya kafa tutuyordu. Dostu da vardı düşmanı da. Dostlar bugün var yarın yoktur ama bir kere düşman kazandın mı o senin hep düşmanındır. Sen olsan da olmasan da düşmanlık sürer gider. Bazen babadan oğula bile geçer. Dostlarının sözlerine kanmamalısın onlar senin duymak istediklerini söyler, küçücük bir çıkar bile bunu yaptırır onlara. Düşmanına gelince onların sözüyle asla teslim olmamalısın. Düşmanın kötü sözü kadar ehemmiyetli söz yoktur, derim her zaman fakat yanlış anlamayasın bu sözleri. O sözler eleştiridir. Eleştiriye burun kıvrılmaz, aldanılmaz da. Tartılır. Her söz tartılır oğlum. Başındaki süslü rüyaya gelince, dediğinde bu rüya değildi dedim bir kez daha. Bu bir rüyadır oğlum, dedi. Ama gerçektir. Hiç şüphem yok. Bazı büyük şahsiyetlerin göreceği bir rüya. Uyanıkken de rüya görünür. Beni hayrete düşüren şey gördüklerini harfiyen hatırlaman oldu. Böyle şeyler hep olur uyku halinde, kör rüyadır bunlar, karanlıktır. İnsanı çaresiz bırakır fakat uyanınca hiçbir şey hatırlanmaz. En kötüsünde bile sadece hissi kalır. Ben her şeyi hatırlıyorum. Ne yaşadıysam bu bana anlatmam için yaşatıldı diye düşünmekteyim. Hiç kuşkum yok, öyle kesinlikle, dedi Halit dede. Biz marangozuz. Babanı yetiştiren benim, beni de yetiştiren büyüklerim. Seni de yetiştirecek olan bizleriz. Bu yaşadıklarını görmezden gelmeyeceğiz fakat o ağacı oradan çıkarmayacağız. Korkma. Bunun üstesinden hep beraber geleceğiz. Bir keresinde buna benzemese de yaşanan bir olay olmuştu ben gençken. O gün cahildim, elimden hiçbir şey gelmemişti. Ama şimdi öyle değil. Bu sözlerinden sonra babama dönüp benim hayatım bir ağaçtan daha mı önemsiz senin için? diye soru verdim. Halit dedenin anlatmaya başladığı hikâyeyi dinlemek istemiyordum hikâyenin kötü bittiği daha ilk kelimesinden belliydi. Ne dersin? Çıkaralım ağacı o balçıktan ve aldığımız yere bırakalım. Söz her işi ben yapacağım, hiç yormayacağım seni. Sonra gider istediğin ağacı keser balçığa koyarım.  

Ben bir daha o ağaca dokunmam dedi abim. Anlattıklarıma inanmıyordu, sabah onu babama şikâyet ettiğimi düşünüyor bana sevgiden yoksun bir şekilde bakıyordu. Oğlunun bile bunları uydurmayacağını söylüyordu ağzının içinden. Üzüm asmalarında sallanan oğlunu çağırdı yanına ve şimdi izninizle kalan zamanımı ailemle geçirmek istiyorum. Başıma iş açmazsanız sevinirim, diyerek uzaklaştı. Benim için ne abimin ne de onun bedensel olarak yardımının hiç önemi yoktu. Onun böyle düşünmesine dünyada en son ben şaşırırdım. Uzaklaşması iyi bile oldu. Şimdi biz yetişkinler olarak bu sorunu çözebiliriz, diye düşünürken. Babam, hayır, dedi. Dede haklı. Bende onun gibi düşünüyorum. Bakalım gece karşılarına ben çıkınca ne olacak, madem zorları benimle onların istediğini onlara vereceğim, dedi. Halit dede, köyün en güzel sesli ihtiyarı Mehmet Ali, eski korucu Hakkı ve ben gece için büyük planımızı hayata koyacaktık. Gözlerim yaşarıyor. Müthiş bir huzursuzluk büyüyor içimde. Tek tesellim bu gece tek başıma olmayacak olmam. Buna da şükür dedim, kendime. Bir ağaçtan daha değerli olmayı neden isteyeyim ki, bir insan kendini neden bir ağaçla kıyaslasın.

Hem o ölü bir ağaç.

Ölü bir ağaç kadar bile değerim yok. Yerde çürüyen dallardan bile farkım yok. Çok kötü hissediyorum. İhtiyarların yanındayken dolan gözlerim şimdi eve bir başıma yürürken hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi hissediyordum. Galiba bir şeycik bile değilim, toz zerresi, değilim. Hiç şüphem yok her şey çok daha kötüye gidecek.

Hiç şüphem yok. 

Bugün benim son günüm olabilir. Yaşamının son gününü nasıl geçirmek isterdiniz Ali Bey? İstemezdim. Bana göre yani dünyaya gelip de iş ayrılmak kısmına gelince, kim ister ki. İnsanların ölürken ağladığı gibi için için kendi kendime coşkun nehirler gibi ağladım. Koşarak anneme sığınmak istiyorum. Bu işi babamla çözemeyeceğim gün gibi aşikâr artık. Belki annem bana yardım eder.

Eve vardığımda sıradanlığın heykeli gibi dikildim annemin karşısına. Ha devrildim ha devrilecektim. Su ister misin, dedi annem. Suyumu içtim. Sular kadar ömrün olsun diyebildim. Bana babanla aranızda kalacağım hiçbir şey anlatma. İşim var. Abin için hazırlık yapıyorum. Tarlaya gideceğim şimdi. Gördüğün her şeyi abartma. Bu söz kesinlikle abime aitti.

SIR

Takdir edilmeyi mi bekliyorsunuz? Çok acı çektiğinizi düşünüyorsunuzdur kim bilir, bu yüzden de benden ödül bekliyorsunuz. Hayır. İş yaptığı için kimse ayrıcalıklı değildir. Biz marangozuz. Bir marangoz asla işini yarım yapamaz.  

Böyle dedi, harmanın kenarında dut ağacına sırtını veren yaşlı adam. Oğulları akşamdan beri açtıkları çukuru kazmayı bitirmişti nihayet. Ama soluklanmaya fırsatları yoktu. -Yaşlı adam tebessüm etmeyi sevmiyordu ne eşine ne de çocuklarına karşı- çocuklar bu gerçekle boğuşuyorlardı, tüm gün açtıkları çukuru kil toprakla, tavuk gübresiyle, buna ineklerin gübresi de dahil ve ahırda yığında bekleyen fındık kabuklarıyla doldurmaya çalışıyorlardı ara vermeden. Bir yandan çukuru dolduruyor bir yandan da abisinin çocuklarına taşıttıkları suyu döküp toprakla karıştırıyorlardı. Balçığın bir kıvamı vardı, tam o kıvam tutturulmalıydı yoksa yaşlı adamın sevimsiz yüzünü ve sitemlerini uzun bir süre çekmek zorunda kalacaklardı. Yaşlı adamın sakallarından yere damlayan ter neredeyse kurumuştu ama çukur henüz hazırlanmamıştı, Yaşlı adam sırtını dayadığı ağaçtan kuvvet alarak doğruldu. Ve çocuklarının yanına giderek, eliniz yavaş, dedi. İtinayla yapıyorsunuz bu belli lakin zamanı doğru kullanmıyorsunuz. Sizin iki kişi yaptığınız işi ben yıllarca tek yaptım. Böylesi bir gecikmeyi hoş görebilmem mümkün değil. Ağaca kurt düşmeden bu işi bir an önce bitirmeliyiz deyip, eline küreği aldı. Çocuklar hiçbir şey diyemedi. Soluk almadan bir an önce çukurun içinde babalarının istediği balçığı hazırlamaya çalışıyorlardı. Akşam ezanı vaktinde nihayet bitmişti. Şimdi sıra kesilen ağaç tomruğunu kabuklarını soymadan balçığa yatırmaları gerekiyordu. Lakin, ağaç büyüktü ve tüm gün yorgunluktan bitkin düşen çocuklar ağacı balçığa nasıl taşıyacaklarını düşünüyorlardı. Acaba babalarıyla camiye kadar gidip orada kendilerine yardım edecek birilerini çağırsalar daha uygun olmaz mıydı? Yaşlı adam, kabul etmedi. Her zaman nasıl yapıyorsak öyle olacak, diye ekledi. Ve camiye gitti. Çocuklar babaları gelene kadar ancak dinlenebildiler. Babaları camiden halatla geri döndü, halatı ağaca bağladılar, son gayretleriyle ağacı balçığa çekmeye çalışıyorlardı, yaşlı adamın daha önce hazır olan takozları ağacı yürütebilsin diye ağacın altına konuldu ve her hareket biraz zaman alarak milim milim balçığa doğru çekildi. Akşam ezanıyla başlayan bu gayret gece yarısına kadar sürdü. Sonunda ağaç balçığın içindeydi. Bu işimiz bittiğine göre dedi yaşlı adam, kazma ve küreklerin iyice temizlenmesi gerektiğini söyleyerek eve girdi. Çocuklar bu konuda da kendilerine iyi niyet göstermeyen babalarına kızıyorlardı lakin onun sözlerini yerine getirmeliydiler. Büyük olan kardeş bu işin küçük kardeş tarafından yapılması konusunda ısrarcıydı. İki yaş daha büyük olmak elindeki yegâne kozdu. Küçük kardeş abisine baktı. Korkuyorum, dersen kabul edeceğim, dedi. Büyük kardeş için yalan sayılmazdı fakat bunun şu anda bir yalanla hiç alakası yoktu. Önemli olan gecenin bu vakti amansız çıkan bu işten sıyrılmaktı öyle de yaptı, korktuğunu söyleyip eve giriyorken, benim çizmelerime de biraz su döküver, en azından bunu benim için yap, dedi ve eve girdi sessizce sanki babasına yakalanmak istemezmiş gibi. Küçük kardeş elindeki çamurlu aletlerle ve abisinin çizmesiyle patikadan karanlığa girdi, suyun aktığı oluk bahçenin neredeyse sonunda ve evin uzağındaydı. Çakal sesleri suyun yanına yaklaştıkça çoğalıyordu. Huzursuzluk. Korku. Hayır ay da yok gecede. Düpe düz karanlık. Duyduğu horultuların bir kısmı bekar bir kirpinin olsa bile bu homurtuların çoğul kısmı domuzların olabilirdi. Suya yaklaştıkça ayağının altından kayan ıslak taşların üzerinde sekerek çoğu kazan kayarak ilerliyordu. Karanlıkta ne kadar yürüdüğünü kestiremiyordu. Bunca yaşına kadar suyun kenarına bu saatte hiç gelmemişti. Ayağının altında birden hızla bir taş kaydı ve neredeyse iki ayağı havaya kalkarak sırt üstü yere düştü, elindeki aletler ve çizmeler etrafa dağılmışlardı. Can acısıyla karanlıkla el yordamıyla düşürdüğü aletleri ve çizmeleri arıyordu. Kazmaları ve kürekleri hatta çizmenin birini dahi bulmuştu fakat çizmenin diğer tekini bulamıyordu. El yordamıyla bulmak neredeyse mümkün değildi. Tam o anda birkaç yüz metre ilerisinde cılız bir ışık görür gibi oldu. Kim var orada, diye seslendi fakat sesine kimse yanıt vermedi. Hem ışığa bakmaya çalışıyor hem de çizmenin tekini arıyordu. O cılız ışıksa sanki giderek çoğalıyordu. Garip bir şekilde sesler bile duyuyordu. Çizmeyi aramaktan vazgeçti. Onu bu karanlıkta bulması mümkün görünmüyordu fakat bu ışığın sahiplerinden ışıklarını alabilirse çizmenin tekini bulabileceğini düşündü ve aksayan adımlarla ağır ağır ışığın yanına doğru yürüdü. Henüz su oluğunu göremese bile sesini duyuyordu, bir ışık hüzmesi o yaklaştıkça çoğalıyordu, ışığı görebiliyordu fakat ışığın yanında kimseler yok gibiydi. İyice yaklaştığında gördü ki bu yakılmış bir ateşti fakat bu ateşi kim ve niye yakmıştı. Ateşin yanında seslendi ama kimseden cevap alamadı. Ateş yığınlarının arasında yanmakta olan bir dal parçasını alıp çizmeyi düşürdüğü yere doğru geri döndü ama çizmeden eser yoktu. Geniş bir daire içinde iyice aradı fakat çizmenin tekini bulamadı. Çizmeyi arayarak suyun yanına tekrar döndü ateşin feri neredeyse sönmüştü. Burada ne yaptığını bilmiyorsun fakat ateşimizi çalıyorsun, dedi bir ses. Ne yüzü vardı ortada ne bedeni. Korkuyla salavat getirdi. Bildiği duaları okumaya başladı. Soğuk soğuk terliyordu. Sen kimsin, diye sorabildiği o soru çıktı ağzından öylece. Bir anda her yer aydınlanmıştı sanki gün yeniden doğmuş gibi oldu. Ve göremediği birçok canlı ışıkla beraber görünür olmaya başladı. Suyun kenarında çamaşır yıkıyor gibiydiler. Bir yandan çamaşır yıkanıyor bir yandan da sarhoş gibi dans eden bazı canlılar görüyordu fakat hiçbirinin yüzü yok gibiydi. Sonra aynı sesi bir daha duydu: Ateşimizi çaldın. Bize artık borçlusun, dedi bu ses. Ve aniden karşısında biraz önce ağabeyi karşısında nasıl duruyorsa öyle durdu. Yüzü buruş buruştu, yaşlı gibiydi fakat sanki bu onun yaştan azade genel görüşünü gibiydi, kulakları sanki yoktu. Gözleri iriceydi, başının arkasında garip bir şey var gibiydi belki bir boynuzdu fakat net göremiyordu. Duyduğu korku o kadar çoğaldı ki karşısındakinin ne olduğunu anlayamıyordu, bağırmak istedi fakat sesi çıkmadı. Bunu üç dört kez tekrarladı. Korkma, dedi bu kişi kendisine, artık korkmana gerek yok. Bir şey görünmezse kork dedi, görünemeyen şeyler daha korkutucudur. Gel gelelim sana, ateşimizi çaldın ve bize borçlandın. Bu gece bu ateşi tutuşturmak için ne kadar zorluk çektik bilemezsin. Görüyorsun ateş neredeyse sönmek üzere. Ateşe baktı hakikaten ateş sönmek üzereydi fakat her yer aydınlıktı. Benden ne istiyorsunuz, diyebildiyse karşısındakinin duyduğu için değildi belki de hiçbir şey demedi, bu soru zihninde o kadar çok dolanıyordu ki tek düşünebildiği şeydi. O yüzden duyulmuştu. Karşısındaki şey onu bir şekilde duymuştu. Fakat cevap alamadı sorusuna, cevap vermeden önce onun kendileriyle birlikte bu gece kurulan ziyafet sofrasında misafir olması gerektiğini söyledi. Işığımız az fakat yiyeceğimiz bol, dedi. Önce yemek yiyelim sonra seninle ne yapacağımızı konuşacağız.  

Zor konuşarak, aç olmadığını söylediyse de karşısındaki onu dinlemedi. Birden kendini müzikler eşliğinde etrafında dans edenlerin arasında bir yemek masasında otururken buldu. Bu çok tuhaf, dedi. Hayır, dedi, bu kez yanında oturan. Benden ne istiyorsunuz, bırakın evime gideyim, dedi.  

Bu sana bağlı, dedi. Bizden ateşimizi çaldın onun öncesinde de evimizi. Evimizi bize verebilir misin? Ev mi dedi? Biz kimseye kötülük yapmadık. Hatta sadece iyilik yapıyoruz. Kimsenin bir şeyini çalmadık, ateşinizi de ödünç aldım hani, çizmenin tekini bulabilmek için. Hayır, dedi yüksek sesle. Ve her şey bir anda sustu. Müzik kesildi. Işık bile bir an söndü, her yer karardı sonra tekrar geldi. Ne masadaydı ne masayı süsleyen yiyecekler vardı, biraz önce kalabalıklardı ama şimdi kimsecikler yoktu. O yaşlı adamın neyi oluyorsun? Diye sorulmasıyla kendine geldi. 

Babamdan mı söz ediyorsun? 

Baban, evet, öyle olsun. Bak sana anlatacağım şeyden sonra geri dönüş yok ya bize söz vereceksin ya da bir daha evine dönemeyeceksin. Seni de alıp gideceğiz buradan.  

Hayır, hayır. Sizi dinleyeceğim yeter ki evime dönmeme müsaade edin. Anlaştık, o zaman dedi. 

Bizim kim olduğumuz zihnini bulandırmasın, senin gibiyiz birbirimizden farkımız yok. Görüyorsun en az senin kadar canlıyız şu an hatta senden fazla diriyiz bile diyebilirim. Bizim asıl yerimiz burası değil. Yaşlı adamı takip ettik o bizi buraya getirdi. Amacımız onunla konuşmaktı fakat şansımıza sen çıktın. 

Büyük şansızlık.  

Hayır, bunun şansla hiç alakası yok. Buna siz kader diyorsunuz fakat bunun kaderle de ilgisi yok. Bu bizim için kaçınılmaz olan anlıyor musun? 

Neyi anlamam konusunda emin olamıyorum şayet mevzunuz babamla ise gidip onu çağırabilirim. Çağırmana gerek yok, ona bu gece anlatılıyor sen merak etme, dedi. 

Peki ama nasıl?  

Bu senden gizlendi diyebilirim sana, her şeyi öğrenemezsin. Öğrensen öğrendiklerinle yaşayamazsın. Bilgi güzel değildir. Ne kadar az şey bilirsen o kadar mutlu olursun. Baban evimizi başımıza yıktı. Ağacımızı söküp taşıdı. Tüm gün sana ve abine çukur kazdırdı. Ve evimizi balçığın içine gömüverdi. Eğer ağacı balçığa hapsetmeseydiniz evimizi alıp gidecektik o yüzden şimdi senin bize yardım etmen gerekiyor, o balçığın içinden ağacımızı çıkarıp bize vermelisin, onun henüz canı çıkmış sayılmaz. Bize ağacımızı geri vermelisin.  

Niye kendiniz almıyorsunuz? Ben ne yapabilirim? 

O ağacı balçıktan çıkarıp bize verebilirsin. Öyle de olacak. Buradan geriye dönemezsin.  

Tek başıma yapamam. Bana yardım etmelisiniz. 

Biz suçunu beraber işlemedik ki affını paylaşalım. Abin sana yardım edecektir. Bu bizi ilgilendirmez. 

Abim mi? O bana asla yardım etmez. Her şeyi kusursuz bir içtenlikle samimiyetle anlatsam bile bana inanmaz. Bu dünyada kardeşler arasında kullanılan gerçek dil konuştuğumuz dil değil. O benden nefret ediyor. Bilmiyorum fakat öyle olduğunu biliyorum. Bende boş sayılmam ona karşı. O benden nefret ediyor galiba bende ondan iğreniyorum. 

Bu bizim sorunumuz değil. Ne yapacağını söyledik. Yarın gece bu saatlerde ağacımızı bize vermezsen başına geleceklerden biz sorumlu değiliz. Ya da tüm olacaklardan beni sorumlu tutabilirsin. 

Peki babam? 

Ona ne olmuş, dedi. 

Ona her şeyin anlatıldığını söyledin.  

Evet, insanın eviyle olan ilişkisi neşe içinde rüyasında ona anlatılıyor şu an. Bir evin ne kadar kıymetli olduğu, evi ev yapan şeyin ne olduğu ona gösteriliyor. 

Rüyasında. 

Evet, başka nasıl anlatılabilir ki?  

Sence bu yeterli olacak mı? 

Bu senin sorunun bizim değil. Yarın gece unutma, yarın gece tekrar görüşeceğiz. 

İsminiz nedir? Babama anlatırken sizden nasıl bahsedeyim? 

Birden tüm ışık kesildi, her yer ıssız bir karanlığa büründü, suyun oluktan akan coşkun sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Sonra bulutların arasından ay ışığı ortaya çıktı. Aletlerini yıkadıktan sonra abisinin çizmesinin tekini koltuğunun altına sıkıştırıp evin yolunu tuttu. Aletleri kuruması için düzgünce evin duvarına yasladı, çizmenin tekini ters çevirip yere sabitledi. Sonra karanlığı aydınlatan ay ışığıyla harmanda açtıkları çukur başında bağdaş kurup oturdu. Cebinden tütün kutusunu çıkarıp bir sigara sardı ve içmeye başladı. Sigarasını bitirdiğinde imamın evin önünden uyku içinde camiye doğru yürüdüğünü gördü, imam onu görmemişti, imamın peşine takılarak caminin yolunu tuttu. Abdestini aldı camiye oturdu. Köyün sesi en güzel ihtiyarı tarafından ezan okundu. Tam namaza duracaklardı ki camiye mesli ayaklarıyla babası girdi. Huşu içinde namaz kılındı, dua okundu. Camiden çıkarken imama yaklaştı, iyi sabahlar hocam mümkünse sizinle konuşabilir miyiz, dedi. Bu konuşma babasının dikkatinden kaçmamıştı. Oğlunun adını seslendi, babasını duyunca imamı bırakıp hızla babasına yaklaştı ve koluna girdi. 

Her şey her yerde anlatılmaz özellikle bu bir sır ise dedi. Sırrını herkese açamazsın. Benimle eve yürü, diyerek oğluna kesin olan talimatını vermiş oldu. İmama dönüp ben gün içinde yanınıza uğrarım mutlaka. Şimdi babamı eve götürmeliyim, dedi. Böylesi daha iyi, dedi imam, bende sizinle eve kadar yürüyeyim öyleyse. İmam caminin kapısını kapatana kadar ağır adımlarla camiden uzaklaşmışlardı. 

Baba, dedi, başıma neler geldi tahmin edemezsin. Fakat sana bir soru sormak isterim, iznin olursa. Bana bu gece gördüğün bir rüya anlatıldı. Bir rüya gördün öyle değil mi? 

Yürürken başıyla tasdik eden babası durup oğlunun gözlerine baktı, her şey her yerde konuşulmaz. Özellikle karanlıkta konuşmak doğru değil. Karanlığın sahipleri var ve onun sahibi biz değiliz. Eve gidene kadar konuşmayalım. Evimize gidelim. Evet, evle ilgili bir rüya gördüm, güzel bir rüyaydı. Hem de çok güzel, hatta bugüne kadar gördüğüm en güzel rüyaydı. Ama bunları evde konuşalım. Güzel rüyalar konuşulmayı hak etmezler. Bir rüya anlatılınca tüm güzelliği yok oluyor. Bu kadar, sana rüyam hakkında söyleyeceğim sözler bu kadar. Eve gidince seni dinleyeceğim. Şimdi karanlıkta yolumuzu aydınlatmayan hiçbir şeyden konuşmak istemiyorum.  

Nasıl, istersen dedi, babasına. Ama şunu söylemeliyim ben hiç uyumadım. Ne yaşadımsa iki ayağımın üzerindeyken yaşadım. Bana ne anlatıldıysa o an uyanıktım. Ve bugün yaptığımız şeyi düzeltemezsem başıma iyi şeylerin geleceğini düşünmemekteyim. 

Eve gidince biraz uyu en iyisi. Uyku zihindeki olumsuz düşünceleri alıp götürür.  

Eve kadar tek kelime etmediler. Eve girince babası yatak odasına girip odasının kapısını kapattı. Bir süre abisinin odasının kapısında dikildi. Babasının annesiyle olan konuşmalarını duyuluyordu. 

 Ali’yi camide gördüm, çocuk biraz korku içindeydi. 

Doğru yapmış, aferin Ali’ye. Korkuya en iyi gelecek şey sabah namazıdır, dedi annesi. Keşke şu Barış da öte dünyayı düşünse biraz.  

Götünde pireler uçuyor onun, dedi babası. O ancak Almanya’yı düşünsün.  

Oğlum yakında gidecek ona iyi davran, dedi annesi kocasına.  Benin endişelendiren Ali, dedi babası. 

Niye endişeleniyorsun? Son beşiğin yeri babasının yurdudur. Böyle gelmiş böyle gidecek. Küçük devranı sürdürecek. O hiçbir yere gidemez. Annesinin son sözleri hükmediyor gibiydi. Babasını bile etkisine almıştı bu sözler, tek kelime daha edilmedi.  

Yatağına gitti biraz uzanıp gözlerini kapamak istedi fakat başaramadı. Tek düşündüğü şey vardı. Şimdi ne yapacaktı? Nasıl yapmalıydı? Bir şey olmalıydı. Dualarla nazara karşı ne yapılıyorsa öyle şeyler olabilirdi. Bu sorundan kurtulmak zorundaydı. Annemle konuşmalıyım, evet babamdan önce anneme açmalıyım bu sorunumu dedi. Evdeki her şeyi duyuyordu, ahırdan gelen hayvanların sesini, tavan arasında farelerin tıkırtılarını hatta biraz daha dikkat kesilse tahta kurularının tahtada açtıkları delik sesini bile duyabilirdi, annesinin kapısı açıldı ufak adımlarla evin içinde yürüdüğünü hissedebiliyordu. Birden dış kapının kapandığını duydu. Yataktan fırladı ve annesinin ahırda hayvanlarıyla ilgilendiğini gördü, inek sağılacaktı, besmele ile ineğinin karnını okşayarak dizlerini büktü ve ineğini sağmaya başladı. Annesiyle ahırda konuşmak istemedi, ahır da karanlıktı. Dışarı çıktı, harmanda açtıkları bataklığın baş ucuna oturdu ve bir sigara daha sardı. Neredeyse ağlayacak gibiydi. 

Sabah olup babası uyanıp dışarı çıktığında oğlunun harmanda oturduğunu gördü, tek kelime etmedi. Aletlerin temizlenip temizlenmediğini kontrol ettikten sonra eve girecekti. Birden çizmenin tekini gördü. Bu çizmenin teki nerde diye sordu? 

Çizme. Çizme. Diyen babasının sesiyle aniden kendine gelmiş evet ya çizme diyerek koşarcasına adımlarla su oluğunun patikasına saptı. Lakin ne kadar aradıysa da çizmenin tekini bulamadı. Sanki sır olup kaybolmuştu. Uzun bir süre aradıktan sonra eve çizmesiz geri döndü. Babası evin sedirinde oturmaktaydı, pencere açıktı. Patikadan dışarı çıktığında babasıyla göz göze geldi. Çizmenin teki yok. Bulamıyorum. Köpek almıştır, neden dışarı bırakıyorsun eve niye koymadın? 

 Çünkü geceden beri ayakkabının teki kayıp. Şimdiyse bulamıyorum. Düşürdün mü diye sordu babası, evet, dedi dün gece düşürmüştüm bu sabah bulurum sanıyordum ama yok. Bahçeye düşürdüysen köpek almıştır. Belki evin önüne kadar gelemezler ama bahçede pekâlâ dolaşabilirler. Sanmıyorum, dedi. Yani bir köpeğin işi olduğunu düşünmüyorum. Bu kesinlikle seninle konuşmak istediğim şey baba, dedi. Öyleyse içeri gel. İçeri girdi, annesinin hazırladığı kahvaltı sofrasına otururken babası, beraber değil miydiniz abinle diye sordu. Hayır, dedi, bir çırpıda. O gelmedi ben tektim. Gecenin bir vakti neden seni yalnız bıraktı? Korktuğu için, dedi. Demek korktuğu için, dedi. Sorarım ona. Anne bu arada lafa girerek, hiçbir şey soramazsın oğluma, dedi. O gidecek. Şunun şurasında bir hafta daha idare edemiyorsunuz çocuğu. Olmaz. Hayır. Kimse oğlumdan hesap soramaz. Öyle olsun, dedi baba. Öyle olsun da dedi aslında ne olduğu umurumda değil. Beni dinleyin ve bana yardım edin ne yapacağımı bilmiyorum. Dün gece dedi ve anlattı uzun uzun hikayesini. Babası tüm dikkatiyle dinliyordu annesiyse çamaşır yıkayan kadınlardan bahsettiğinde pür dikkat oğlunu dinlemeye başladı. Bana bu gece yarısına kadar süre verdi, ne yapmalıyım? Diye sordu. Sadece evini istemiyor evlerini istiyor yani bunlar kalabalık. Benimle biri konuştu iyi ki de öyle oldu. Diğerlerinin varlığı beni rahatsız ediyor. 

Tövbe estağfurullah diyerek söze girdi annesi. Su kenarında çamaşır mı yıkıyorlardı, davullar ziller çalıyorlardı öyle mi? 

Evet, anne. Hem çok temizlerdi hem temizlikleri onları sevimli göstermiyordu. Hem eğleniyorlardı hem de öfkeliydiler. Allah biliyor dilim tutuldu sanki. Ağzım değil kulaklarım çalıştı sadece.  

Bunlar, dedi annesi. Hep varlardı. Fakat neden buradalar şimdi. Hareket ettiklerini hiç duymamıştım. Varlar mıydı? 

Evet, sen küçükken. Babası araya girdi. Hayır, dedi. Sandığınız gibi olamaz. Düştüm demiştin. Düşünce rüya görmüş olmayasın. 

Hayır, baba. Her şey yaşanırken uyanıktım, dediğim gibi. Öyle de dedi babası, baygınlık anında gördüğün bir rüyayı gerçek olandan nasıl ayırt edebilirsin. Bu konuda bayılmış olabileceğin ve baygınken rüya görmüş olacağın bana daha inanılası geliyor. Fakat annenin söyledikleri de doğru olabilir. Bunu bugün araştıracağız. Bir çare bulacağız. 

Ya ağaç, diye sordu babasına. 

Ağaç yerinde kalacak.   

Babanın sözü bir kez daha hükmediyordu. Kendinden emindi ve bu işin içinden nasıl çıkacağını biliyor gibiydi. Bugün cuma, öğleye kadar dinlenebilirsin fakat namaz vakti abinle ikiniz camide olacaksınız. Biraz erken gidip mezarlıkların üzerini temizleyin. Mezarlarınızla ilgilenmiyorsunuz, sanki onlar bu dünyadan değilmiş gibi. Sözünü söyleyip masadan kalktı ceketini ve kasketini alıp evden çıktı. Sakın geç kalmayın, diye ekledi. Bu kez de hükmeden sesiyle buyurmuştu. Öyle olsun, dedi kendine fakat uyuyabileceğimi sanmıyorum. Hep var olduklarını söyledin anne. Bana onları anlatır mısın? Biz onların hakkında konuşmayız, sende konuşma, dedi. Ama illaki bir şeyler duymak istiyorsan Gül Hatun’un yanına git.  

Ayaklı gazetenin mi, dedi biraz gülümseyerek. O sana her şeyi anlatır, dedi annesi. Her şeyi bilen birine doğru soruyu sorarsan asıl öğrenmek istediğini öğrenirsin. Bak anne geliyor bugün biraz gecikti, dedi annesi, doğru dedi, yemek bitmek üzere. 

Kısa boyluydu Gül Hatun. Hep şaşıran bir insandı. Ama konuşmayı çok seviyordu. Evinde olup biten her şeyi gelip anlatırdı. Sadece evinde olup bitenleri değil dedi annesi sanki onu duymuş gibi. O ne anlatmak isterse onu anlatır. Olmuş olan, olmamış olan ve olmayacak olan. Gül Hatun küçük adımlarıyla gelip pencereden kafasını uzatıp. Uyy dedi. Çok geçmiş olsun. Ama ben size demiştim. Dere içinde vakitsiz ağaç kesilmez, dediydim. Her şeyin bir vakti var. Ben söylediydim. Beni dinlemediydi.  

Kız sen ne biliyorsun bakim, dedi anne. Gül Hatun başladı tüm gece olup bitenleri tek tek en ayrıntısına kadar anlatmaya. Eğer dedi annesine yanımızda olsa bu kadar ayrıntılı anlatamazdı. Korkum bana her şeyi hatırlamamda yardımcı olmuyor. Bırak şimdi onu dedi, Gül Hatun. Bu konudan kurtulmak istiyorsan sana ne denirse onu yapmalısın. Adamların ağacını geri vermeye bakın, dedi. Babam izin vermiyor, dedi ancak. Bak, dedi her şey daha kötü olur ama iyi olmaz. Ben söyleyeyim. Dur bakalım, dedi anne. Her şerde hayır vardır.  Bazen bir şer sadece şerdir, dedi Gül Hatun. Şer olan her şey kötülüğe çıkmaz fakat kimisi felakete çıkar. Onları orada öylece bırakıp evden çıktı arkasına bile bakmadan ve bir kez daha patikaya girip çizmenin tekini aramaya koyuldu. Lakin çizmeden eser yoktu. Sırra kadem bakmıştı. 

Antipati

NEW YORK TİMES I Eski moda telefonu birini arayıp nasıl olduklarını sormak, Gracia Lam.

On yedi yaşındaki bir genç ıslak elleriyle priz değiştirirken elektrik akımına kapıldı ve kalbi durdu, olay yerine ambulans ancak yarım saat sonra gelebilmişti. Yassı bahçe köyündeki tüm akrabaları acilin kapısında annenin gözyaşlarıyla yankılanan sesine saygı gösteriyor ve susuyorlardı, ama yağmur yağıyordu. İğne yaptırmak için geldiğim hastanede tanık olduğum manzara buydu. Herkes bu olayı konuşuyordu. Tekstil fabrikasında elini makinaya kaptıran genç bir kadın sıramı istemişti, ama benim girmem lazım diyebilmişti sadece. Tetanos aşısı oldun mu diye sormuştu sağlık görevlisi, ona elini gösterip yeni geldim diyebilmişti, artık elini kesmiş makine yapacak bir şey yok seni önce doktorun görmesi lazım denildi, gelen doktor da ilk tetanos aşısını sordu ve çıkarken iş kazası olarak kaydedin, dedi. Çocuk hakkında hiç konuşmayan sadece bu kadındı, onun da canı çok yanıyordu. İğnemi olduktan sonra tek kelime etmeden hastaneden çıktım, yağmur yağıyordu, çocuğuna doyamadan ondan ayrılmak zorunda kalan anne hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Oğlunu morga almışlardı başındaki jandarmalar tutanak yazıyordu. Bu ölümün tüm ayrıntılarını dolmuşta hastanenin yemek dağıtıcısı olan kadından öğrendim. Hemen yanında yaşlı bir kadın oturuyordu. Ölmüş mü dedi, evet morgdaymış, başında da jandarmalar varmış. Vah vah demedi yaşlı kadın, elleri neden ıslakmış ki, dedi. Yağmur yağıyordu, hatta dünden beri hiç durmadan yağıyordu. Kim bilir diyecek zamanı bile olmadı genç kadının, yaşlı kadın devam etti sözlerine. Islak elle elektriğe dokunmayacaksın, akıllılık etmemiş, biraz akıllı olacaksın. Bir kere beni de elektrik çarptı. Köyde çamaşır yıkıyordum, ağzımı açamadım sadece ııh ııhh ıhhh diyordum. Köyde çamaşırı asacak çok yer yok bir tel var o telin yakınından eve gelen de bir elektrik teli vardı, çamaşırı asarken o tele değiverdi yanlışlıkla ondan oldu bana. Allahtan çamaşırı kuvvetli sıkmışım. Gençken daha kuvveti oluyor insanın, şimdi o gücüm yok. Sonra sustu bir süre. Hastanede yemek dağıtan kadın artık ona bakmıyordu ara sıra ağzını açıp esniyordu, o esneme sesinden başka hiç ses çıkmıyordu dolmuşta. Ihh ıhh ıhhh diyebiliyordum dedi yaşlı kadın. Ağzımı bile açamıyordum.

Sanki yaşanan bir acıdan çok daha önemliymiş gibi anlatılan bu insanlık dışı hikâyeyi dinlemektense o dolmuştan inerdim ama yağmur gittikçe şiddetini arttırıyordu. Yaşlı kadının bozuk para gibi harcadığı kulağım sızlıyordu açık yarama tuzlu kaynar su döküvermişti. Hiç vah vah demeden, o anneye bir gram üzülmeden.  

GERÇEK BASİT I #empathy sahip olmak ve başkalarının konuşması için güvenli ve destekleyici bir alan yaratmak, Gracia Lam.

NOT: Sohbetlerimizin çoğu böyle artık. Bir insan kendi öyküsünü anlatıyor kimisi trajik kimisi komik kimisi düz öykü olsun dinleyen anında kendi öyküsüyle karşı tarafa savaş açıyor. Sanki bir sohbet değil yarışma. Ben çevremdeki insanlarla olan ilişkimi en çok bu yüzden kestim. Arkadaş arkadaşla yarışmaz, oturur dinler, susar dinler. O yüzden diyorum bu ülkede devrim mümkün değil. Sen devrim yapmaya kalkarsın en yakın arkadaşın karşı devrim yapmaya kalkar.

Art dağına düşen zar: hep yek

                                                              

Sahi beni ne kadar seviyordun?

Böyle sesleniyordum babama; o beni başka bir dünyaya sürüklüyordu…doğduğu yerde büyümesini istiyordu belki de oğlunun: çocuktum, babamın çocukluğuna; göç ediyordum hiç bilmediğim bir coğrafyaya…

Göçün ne olduğunu bilmeden göçüyordum. Ben göçüyordum karşı kıyımız yanıyordu, onlarda amansız telaşla göçüyorlardı. Ben bulutlarla yarışırcasına seğirtiyordum Karadeniz’e…

Çocukken bulutlara takılıyor insan, yağmurlara, seyyar satıcılara, bakkallara, manavlara, kasaplara, bitmek tükenmek bilmeyen yasaklara, deniz kıyılarına, okul bahçelerine, geniş çimenliklere, beyaz yakalı siyah önlüklere, kuş lastiğine, köpeklere, derelere, denizlere, kokillere, çiklet kağıtlarına, gazoz kapaklarına, kamyon tekerlerine, bisikletlere, toplara, büyürken kızlara, büyürken erkeklere, ağabeylere, ablalara, sokaklara, susam sokağına, çizgilere, filmlere, hayallere…

Dillere…

Yolculuk başkası ya da kendi olmayı öğretiyor insana, eksikliğine bakıp kahroluyor insan.

Korku yalnızlıktır.

Göçtüm birdenbire yeni bir yaşama, hiçliğin uzun ve yorucu yollarından geçerek. Derken yağmurlar… radyoaktif zehir serpen, toprağına ihanet eden yağmurlar. Kim bilir kaç insan o günler sırılsıklam ıslandı yağmur altında, kaç insan sevdiğine “seni seviyorum” dedi, kaç insan o gün her zamanki yağmurlar sanıp aldattı kendini, göğün rengi değişti, günler karardı, acının tohumu tutundu toprağa sonra, yeniden yeşermeye başladı doğa sonra yeniden yaşam. Çaylar toplanıp ambalajlandı başka bir adla, markayla ve iki misli fiyata dönüp satıldı, fındıklar poşete girip dağıtıldı okul sıralarında, sanki her şey bilinçliydi, bir ‘bakan’ elinde çay bardağını yudumlarken keyifle, bir çocuk kara denize bakıp hayal kuruyordu yarım kalacak bir hayatı için ama yine de teşekkür ederek dünyaya, her şeye rağmen.

Zarın terkisi nereye düşerse insan da oraya düşermiş.

Çocuktum, doğduğum şehirden ayrıldım, dilimden uzaklaşıp ağzıma gittim. Dilim babamın toprağı kadar yarıktı. Göçümüzde göç. Çok sonra anlayacaktım: kuzeye doğru işemek ve şarkı söylemek marifetti.

Yeşil ve orman bir ev miydi?

Sorup durdum kendime

Sessizliğe bin yıl mahkûm kalan toprağa ve karşı kıyıma sessiz kaldım, benim yaşımda bir çocuk Çernobil denilen kasabada babasına ıslık çalıyordu. Bense yolunu gözlüyordum hiç dönmeyecek olan babamın.

Ölüm ve var oluş

Susuyorum…

Sen benim kadar yokluğunu sevdin mi göçünün.

Göçme, göç.