Hürlerin Şarkısı

-I-

Bütün gün orada, huzura ereceği o yerde, 

güneş ışığı sanki eski günlerdeki gibi değil, fersiz. 

Parlayacağı zamanı unutmuş gibi. Korkarım 

en iyi ihtimal mümkün olmayan ihtimal.  

Toprağın içine karışan keder,

gölge gibi büyüyor ve güneşin yürüdüğü boşluğu dolduruyor.  

Burada, bütün kötü şeylerin görüldüğü ve duyulduğu  

bu yerde, çekilmeyi bekliyor kendine 

Yok olan ağaçların 

Ezilen çimenlerin 

Kitapların arasında unutulan yaprakların 

-HışŞş! 

Sabah alacasında yürüyenlerin hiç zamanı yok durup ağaca bakmaya 

Neredeyse öğlen molaları bile yok onların. 

Korkusuzca çalışırlar bütün gün. 

Aniden etrafında toplanır dünyanın insanı

Hayır, korkusuzca. 

-Haşırt! 

Evet hışırtıyla yapraklar dökülüyor karşılarında,

kuşların ince sesleri,

hürlerin şarkısı. 

Saygılı ve minnetle göğe yükselmiş kavak ağacı sesleniyor:

-düzgün ve yumuşak toprağın üzerinde, 

İnsanların gölgelerine 

Kuşlaradır belki. Garip. 

alâim-i sema*

Berrak geçer.

Közden ağaçlar kalır geriye,

Su bulanır

Karanlık çöker her yere

Rüzgâr zembereğin içinde yılan gibi kıvrılır

Unutur zamanı orada

Hapsolur yaşamın içinde ne varsa

İşte orada.

Yoksul ve kül.

* Türk kozmogonisi

Bir teşekkür..

Duvar dergisinin ismini ben koydum. İçinde olduğum için hala mutluluk duyarım aynı şekilde Natama Dergisi’nin içinde olduğum içinde mutluluk duyarım.

“Duvar”daki “yapımda ve yıkımda emeği geçenler”: Akif Kurtuluş, Ali Aydemir, Ali Çakmak, Ali Dündar, Ali Ülken, Anita Sezgener, Arzu Aysu, Cihat Duman, Enis Akın, Enis Rıza, Eren Barış, Gül Abus, Metin Kaygalak, Murat Ertel, Ömer Şenel, Ömer Oyal, Özgür Göreçki, Riitta Cankoçak, Sedef Hatapkapulu, Süreyyya Evren ve Yılmaz Varol.”

Duvar boyutu, kapağı, kâğıdı ve mizanpajıyla ”70”li yılların militan dergilerine benziyor diye betimlenen bu yazı Yeni Şafak gazetesinin ağır topu Ömer Lekesiz beyefendiye ait. Ömer bey edebiyatımızın karşı kaldırımında yer alır ama donanımlı ve birikimli bir entelektüelidir. Siyaseten bambaşka yerlerdeyiz onunla. Kendisine bu yazıyı yazdığı için kızdığım bir dönem dahi oldu fakat bugün öyle düşünmüyorum. Hatta benim için söylediği şu cümlelere o günler kızmıştım. Bugün bu sözleri yazıya döktüğü için şükran duyuyorum kendisine:

“Ali Aydemir de Ahmet Arif edasını yeniden söz namlusuna sürüyor.”

Geç kalmış bir teşekkür hep vardır…

Sol Bek

2014 yılında yönetmen Özgür Yaşar benden bir senaryo istemişti. Futbolda en tartışmalı konulardan biri olan sol bek mevkisi üzerine hızlıca bu senaryoyu yazmıştım. Sol bek bu ülkede neden yetişmiyor onun üzerine düşündüren ve genel konsepti bir televizyon sineması senaryosu olan bu senaryonun hakları şimdilik Özgür’de bulunuyor.

(Bütün hakları saklıdır.)

Bertolt Brecht’in Domuzları

‘beşinci domuzu arayan’ karikatür

Karanlık çağları keşif için yüzen gemilerden ayırdı hiç tereddüt etmeden, onun için böyle demek doğru olur. III. Reich’in asaleti Alman halkıydı, onu oradan sökmesi gerekiyordu, bir maske yapabilir miydi bunu ve o maskeyi nasıl yapacaktı. Ahırdaydı. O an birçok kasvetli anın içinde George Orwel’i düşünmüş olmalı, Hayvan Çiftliğini. Bay Jones olsa olsa Almanya olabilirdi, sadece bir hata onca hatanın içinde körkütük bir despotluğu hortlatmıştı. Aslında hortlak doğru bir sözcük değil. Sonuçta bu bir roman değil.

Henüz hayatının 4. perdesine geçmişsin ama herkes oyunun bitmiş gibi fuayede alkışlıyor seni, sahnede oyunun devam ediyor, ne büyük övgüler, işte çağın ruhu diyorlar sana, bir eleştirmen özlü sözlerinin arasında kalabalığa şöyle diyor, Eski Mısır’daki kütüphaneler duvarlarında şu sözü taşıyor: “Ruhlara Ziyafet”. Bitmek bilmeyen övgülerinin arasında işte senden böyle bahsediyorlar, Çağın zekâsı ondan toplanmış olmalı, bu yüzyılı değiştirecektir, kesinlikle, diyorlar.

Ahırdasın. Domuz horultuları arasında.

Bazı duyguları insanlara anlatamazsın. O yüzden kendi kendine fısıldayabilirsin: Belki de soyutlamanın ne kadar önemli olduğunu söyleyeceksin, fakat söze şu an soyutlamayı düşünme diye başlamak zorundasın. Çok daha önemli olmayacak fakat nasıl düşündüğünü öğrenmen lazım. Başka türlü özgür olabilirsin. Başka türlü.. Başka. Başka bir domuz horultusu bölüyor kendinle konuşmanı ve daha başka domuzlar homurtudalar her yanda. Burası onların ahırı. Bir domuz ahırında insanca şeyler düşünmek bir tarafa, Marksizmin veya sosyalizmin ufkunun ötesine bakmak başka türlü bir şey mesela.

Bertoll Brecht’i evinin içinde yaşlanan insanlar anlayamazlar. Gün geçtikçe bilgeleşen bu insanların bilgeliklerinde sınıfsal olan bir şey yoktur. Farklı fikirler vardır, bolca hayaller. Annelik babalık bir o duvara toslar bir bu duvara. Doğum ve ölüm arasında büyük bir şöhrettir bu kim bilir, bu çağın sorunu değil neyse ki, belki gelecek çağların.

Düzeltebilirsin,

öyle sanıyorsun

merdivenleri çıkarken,

durmadan

hemen önce,

orada henüz daha ilk basamakta yani.

-Kalp hastaları dururlar bir sağlık sorunu olarak fakat sen sağlıklısın.-

Zihninde pırıltılı fikirler var heba olmasın diye daha o ilk adımda Rembo’nun yaşadığını düşünüyorsun. Ödüller alıp veriyorsun, billboardlarda Selman Rüşdi kırmızı halıda Padma Lakshmi.

Aforizmalar düzülebilir

boşluktur

yapar bunu insan, kısa ve çok kısa jestler de ve mimikler.

Fakat acelecilik.

O ilk basamakta hem de.

Dünyanın en güzel baharları yaşanır ve geçer,

bir ağaç dikilir mesela elma, kıpkırmızı yumrular eğer dallarını yere, çocuklar sallanır dallarında yetişkinler ara sıra onca yüzyıl neşe içinde yaşanabilir orada o ağaçta

sonra kurur günün birinde, bakımsızlıktan,

çevresinde insan kalmadığından

ya da herkes benzer bir merdivenin başka bir ilk basamağında kalakalır

ağaç yere düşer

büyük bir gürültü olmalıydı bu.

Meyvesinden yiyip büyüyen çocuklar nasıl çekip gidiyorsa o da gidiyor dersin arkasından.

Neler geçip gidiyor henüz o ilk basamaktayken.

Bazen nasıl çıktım buraya diye düşünürken unutuyor insan o ilk basamağı,

Romantik dönemden bir hayalet gibi orada o ilk basamakta..

Yeni ve cesur bir dünyada yaşıyoruz, o ilk basamağı saymazsak.

Bana göre fareler parşömenleri bilgelerden daha çok kemirmiştir.

II.

Eisenstein’ın Korkunç İvan’ının setini gören çok az insan var artık, Andrei Konchalovsky bu yönetmenlerden biri, Sevgili Yoldaşlar filminde -ki son filmidir belki de veya en sonuncusu kim bilir:

“Şolohov gerçekleri yazmış olsaydı onun var olduğunu kimse bilemezdi, onu bir yere gönderirlerdi, hatta diğerleriyle birlikte idam edilirdi. Diyor. Ve bunun tartışılması gerektiğine inanıyor. Ve bir Sovyet gibi soruyor: Komünizme inanmayacaksam neye inanacağım?

-Her şeyi cehenneme çevirdiler, her şeyi.

-Ve sonra yeniden başladık.”

O gece Bertoll Brecht belki gece değildir, bütün domuzların yüzüne III. Reich’in yüzünü maskeledi, nasıl yaptı bilinmez, hangi malzemeleri kullandı hiç önemli değil. Bunu yapmamış bile olabilir lakin yaptı. Bir metafor olarak en azından. Domuzları sevmediğinden değil. Domuzları şeytanileştirmek için hiç değil. Soyutlamak için.

Yeniden başlayabilmek için ahırın ortasına bir masa koydu ve Hitler’lerin homurtuları arasında başladı yeni oyununu yazmaya, şiir de yazmıştır.

Eşitlikten ve özgürlükten bahseden şiirler..

Antipati

NEW YORK TİMES I Eski moda telefonu birini arayıp nasıl olduklarını sormak, Gracia Lam.

On yedi yaşındaki bir genç ıslak elleriyle priz değiştirirken elektrik akımına kapıldı ve kalbi durdu, olay yerine ambulans ancak yarım saat sonra gelebilmişti. Yassı bahçe köyündeki tüm akrabaları acilin kapısında annenin gözyaşlarıyla yankılanan sesine saygı gösteriyor ve susuyorlardı, ama yağmur yağıyordu. İğne yaptırmak için geldiğim hastanede tanık olduğum manzara buydu. Herkes bu olayı konuşuyordu. Tekstil fabrikasında elini makinaya kaptıran genç bir kadın sıramı istemişti, ama benim girmem lazım diyebilmişti sadece. Tetanos aşısı oldun mu diye sormuştu sağlık görevlisi, ona elini gösterip yeni geldim diyebilmişti, artık elini kesmiş makine yapacak bir şey yok seni önce doktorun görmesi lazım denildi, gelen doktor da ilk tetanos aşısını sordu ve çıkarken iş kazası olarak kaydedin, dedi. Çocuk hakkında hiç konuşmayan sadece bu kadındı, onun da canı çok yanıyordu. İğnemi olduktan sonra tek kelime etmeden hastaneden çıktım, yağmur yağıyordu, çocuğuna doyamadan ondan ayrılmak zorunda kalan anne hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Oğlunu morga almışlardı başındaki jandarmalar tutanak yazıyordu. Bu ölümün tüm ayrıntılarını dolmuşta hastanenin yemek dağıtıcısı olan kadından öğrendim. Hemen yanında yaşlı bir kadın oturuyordu. Ölmüş mü dedi, evet morgdaymış, başında da jandarmalar varmış. Vah vah demedi yaşlı kadın, elleri neden ıslakmış ki, dedi. Yağmur yağıyordu, hatta dünden beri hiç durmadan yağıyordu. Kim bilir diyecek zamanı bile olmadı genç kadının, yaşlı kadın devam etti sözlerine. Islak elle elektriğe dokunmayacaksın, akıllılık etmemiş, biraz akıllı olacaksın. Bir kere beni de elektrik çarptı. Köyde çamaşır yıkıyordum, ağzımı açamadım sadece ııh ııhh ıhhh diyordum. Köyde çamaşırı asacak çok yer yok bir tel var o telin yakınından eve gelen de bir elektrik teli vardı, çamaşırı asarken o tele değiverdi yanlışlıkla ondan oldu bana. Allahtan çamaşırı kuvvetli sıkmışım. Gençken daha kuvveti oluyor insanın, şimdi o gücüm yok. Sonra sustu bir süre. Hastanede yemek dağıtan kadın artık ona bakmıyordu ara sıra ağzını açıp esniyordu, o esneme sesinden başka hiç ses çıkmıyordu dolmuşta. Ihh ıhh ıhhh diyebiliyordum dedi yaşlı kadın. Ağzımı bile açamıyordum.

Sanki yaşanan bir acıdan çok daha önemliymiş gibi anlatılan bu insanlık dışı hikâyeyi dinlemektense o dolmuştan inerdim ama yağmur gittikçe şiddetini arttırıyordu. Yaşlı kadının bozuk para gibi harcadığı kulağım sızlıyordu açık yarama tuzlu kaynar su döküvermişti. Hiç vah vah demeden, o anneye bir gram üzülmeden.  

GERÇEK BASİT I #empathy sahip olmak ve başkalarının konuşması için güvenli ve destekleyici bir alan yaratmak, Gracia Lam.

NOT: Sohbetlerimizin çoğu böyle artık. Bir insan kendi öyküsünü anlatıyor kimisi trajik kimisi komik kimisi düz öykü olsun dinleyen anında kendi öyküsüyle karşı tarafa savaş açıyor. Sanki bir sohbet değil yarışma. Ben çevremdeki insanlarla olan ilişkimi en çok bu yüzden kestim. Arkadaş arkadaşla yarışmaz, oturur dinler, susar dinler. O yüzden diyorum bu ülkede devrim mümkün değil. Sen devrim yapmaya kalkarsın en yakın arkadaşın karşı devrim yapmaya kalkar.

Gergedanlara Dokunmak


David Whelan Photography

Dünya Gergedan Günü’nde
Beyaz Gergedan. (22 Eylül 2021) https://www.instagram.com/davidwhelanphotography/

“Yürümeye devam ettim, adımladım sonsuzluğu,

Karanlık bir ormana vardım sonunda.”

Öğretilen her şeyin Arapça olduğu ilk yüzyıl 12. yüzyıldır.

Türkçe diğer medeniyetlerden bilhassa kendi medeniyetinden

El dokumacılığı gibi ördüğü diliyle ya da köylerindeki gençlik sanayisiyle ayrılması gerekeceği yerde, merakına yenilmiş

Ve bir başka dilin cehennemine düşmüştür, anavatanın hangi mevzu bahiste kurtarıldığı tarihçiler tarafından uzun uzun kaleme alınmıştır, akademilerde uzun uzun işlenmiştir. Lakin Tarih kelimesi dahi Türkçe değildir. Türkçeyi geriye ne kadar götürebiliriz? Götürebilir miyiz değil, götürmeliyiz!

Mesela, 6. yüzyılda çobanlık yapan bir çocuğu bozkırın sesi yutan boşluğunda, Türk diye çağırsak çocuk dönüp bakar mı?

Bakmaz. Kendini Türk hissetmediğinden değil, Türkçe konuşmadığından da değil, Türk kelimesinin Araplar tarafından dillendirilen bir kelime olduğundan, hayatında hiç Arap görmemiş bir çocuğun Türk kelimesine aşina olmayacağını tahmin edersiniz, en azından 2022 kışında, iklim değişirken, Karadeniz cennetinin çölleştiği o ilk günlerde, bunu tahmin edersiniz.

Nuh’un gemidekilere dönüp: “Bir şeyler görüyor musunuz?” diye sorduğu o anın, herkesin gemiye alındığını duyurmaya yakın olduğumuz tek ana dönüştüğünü, bütün din kitaplarında okumak mümkün. Ama kuzeyde yaşayan bir dil için böyle bir tufan mümkün değil. Kum ülkelerinde ya da Afrika’da da mümkün değil. Tuhaftır, bütün Avrupa ülkelerinde bile kimse Tufan kelimesinin kökeniyle ilgilenmemiştir. Türkçeyi bu tufana kadar götüremeyiz. Çünkü Türkçe “Ölüler kalkınız” demez. Ölünün bir daha kalkmayacağını bildiği için, Mesela İskandinavlar da ölülerle konuşmaz.

Sahibiniz, gelip bu halkın kralını hiçe saymıştır, böyle denilmiştir uzun yıllar, neden Batı’ya gidiyorsunuz? İstanbul’da bir başkent Türkçeye ihanettir, böyle konuşan insanlar olmuştur uzun yıllar, soyları tükenmeden ya da din değiştirmeden önce. Duyulmuştur. Hindistan duymuştur, Pakistan, Afganistan, Türkistan doğu ve kuzey kabileleri, biri daha duymuştur, kumun içinde kara bir delik.

Selçuklu Devleti kurulduğu zaman kendilerinin Orta Asya’dan göç eden ailelere sahip olduğunu bilmiyordu. Orada birkaç kuşaktır doğup büyüyen bir halk için bu bir eleştiri değildir. Kaldı ki bir şiirin düşünen bir varlık olduğu hep bilinir, en eski temrindir bu. Aristoteles’ten çok önce de bilinirdi. Aristoteles’in Poetika’yı yazdığı yıllarda eski büyük Dionysos Dithyramboslara hiç katılmadığını kaç kişi bilir? Bu gerçek tek bir gerçekle kesişmiştir, o hiç eski tragedya izlememiştir. Poetika’yı bir tiran gibi yazmıştır. Metin okuyarak. O yüzden Sophokles’i baş köşeye koymuştur. Atina’yı yerle bir eden Euripides’i hiçe saymıştır. Eğer bir yazar veya bir ozan devrimci olabilirse ilk devrimcilerden biri sayılmalıdır Euripides, Medea! Medea! Medea! Onu Büyük Kreon’u öldürdüğü sahne için bile sevebilirim.

Diğer halkların topraklarını fethetme çabası tüm uğraşların önüne geçmiştir ezelden beri ne dil düşünülmüştür ne kronoloji, mitoloji unutulmuş, çocuklar yeni masallarla büyütülmüştür. Her halk böyle yapmıştır. Haçlı seferleri şanlı şövalyelerden neden bahseder, bu yüzden: Torunlarının da yağmacılık fikrini miras almaları için. Role ihtiyaç duymayan kimse var mı? Ticarette akılda kalan tek şey zenginliktir. Eşit bir alışveriş sayılır bu. Tarih kimin hayatta kaldığıyla ilgilenmez, onu kimin yazdığıyla ilgilenir, yani güçle.

Çocuklarına gerzek olmasın diye ejderhalardan bahsetmeyen insanlara Gergedanlardan bahsedecek değilim. Nuh’un gemisine almadığı bir hayvanın cennetteki en kutsal hayvan olduğunu aşılayacak da değilim. Gergedanların soyu tükendiğinde onlara dokunan son insanların da onlarla katledileceğini biliyorum.

-Nuh her canlının bir çiftini gemiye almıştır!

Böyle bir gemiyi hayal ediyorum, sanırım Türkiye’den büyük bir gemi olurdu bu.

Not: ‘Bu şiir, “Natama dergisi 34&35. sayısıyla raflarda

Lütfen dergi alınız.’

CÜNEYT ARKIN’I SİNEMADA HİÇ İZLEMEDİM

Büyük Çin denizi diye bir şey yokmuş, bunu yıllar sonra öğrendim,

Aptal bir kutunun 1980’lerde kulağıma fısıldadığı yanlış bilgilerdenmiş o da.

-TRT spikerleri mükemmel Türkçeleri ile o günler sadece yalan söylüyordu, birçok yalan söylediler böyle, korkunç yalanlardı bunlar, hiç unutmam evde oturuyordum onlar viski içiyordu. Unutsam daha iyi. Belli ki meyhaneden kalkıp gelmişti, yine meyhaneye dönecek ve orada küfredecekti. Rahat mekanlar sonuçta meyhaneler, sürekli takıldığın bir meyhane varsa orada istediğin gibi küfredebilirsin, herkes seni hoş görür, başta meyhaneci. İnsanlığından iğrenmiş midir bilinmez, viskisini ödeyebildiğine  şükrediyor mudur kimbilir. Işıl ışıl kravatı boynunda sallanırken meyhaneciye sesleniyordur ama

 -Viskimi yeniler misin, buz istemem. Biraz da fındık lütfen.

Viski varsa yalan vardır kuşkusuz. Bunu da büyüyünce öğrendim, yudumlayınca viskiden. Viski sinir yapıyor bizim halkımıza o ayrı. Hırsla başka bir kişiliğe saptırıyor bizim insanımızı bu kesin-

Yıllar sonra öğrendim, internet ansiklopedileri ters yüz ettiğinde, dört deniz var şimdi aklımda, hepsine de büyük diyorlar, Güney Çin Denizi, Doğu Çin Denizi, Sarıdeniz, Sulu Denizi. Sarıdeniz aslında Sarı nehrin döküldüğü yerin ismi. Koca Çin medeniyeti bu nehrin etrafında kurulmuştur misal. O yüzden bu nehre Çin’in kederi derler. Evet. Çin aslında dünyanın en büyük kederidir. Uzaydan bile görülebilir. Jupiter’den hatta Platon’dan bile.

Dünyayı kurtarmak için uzaya çıkan Cüneyt Arkın sayesinde biliyorum bunları, uzay dediğimiz şey aslında küçük bir yer. Einstein hala meşhurdu o günler ve o uzay büyüyen, genişleyen bir yer değil diyordu inatla. Hubble ona teleskopunu verdi, al bak dedi, niye ısrar ediyorsun. Bu uzay dediğimiz şey biz konuşurken bile genişliyor. Bak şu gördüklerimiz ufacık minicik lakin büyük yıldızlar onlar, uzaklaşıyorlar bizden.

Büyük yıldızlar uzaklaşıyor bizden. Ölüyorlar değil. Uzaklaşıyorlar. Kim bilir belki o uzaklaştıkları yerde ölüyorlardır. Yıldız olmak böyle bir şey sonuçta.

Bizim evin ferdiydi Cüneyt Arkın. Kemal Sunal da öyleydi. Diğer yıldızlar ara sıra görünür giderdi. İlk teleskopum ellibeşekrandı ve yerli üretimdi. Özal böyle olsun istemişti onlar da olmuştu. Zaten bizde hiçbir şey planlı olmaz. Birileri olsun der olur. Böylesi bir milletin dünyada tanınmış bir sihirbazının olmaması düşündürücü.

Cüneyt Arkın’ı sinemada hiç izlemedim. Ferdi Tayfur’u izledim. İbrahim Tatlıses’i Bruce Lee’yi, Chuck Norris’i Cicciolina’yı. Cicciolina. Sonra kendisi diğer adıyla İtalya Meclis Üyesi oldu. İlona Staller. Yıldızların bir diğer adı daha olur mutlaka. -Cüneyt Arkın’ın da vardır. O adıyla doktordur-. Dünyada porno sektöründen politikaya atılan çok kimse olmasa gerek. Müzikte yapmış ama ben hiç dinlemedim. Yüz kuruşla Süpermen filmini sinemada izledim, hiç unutmam. Lakin Cüneyt Arkın’ın oynadığı Süpermen’i izlemek isterdim. O günler öyleydi. Sinemaya gelen filmleri izleyici kitlesi belirlerdi. Demek ki halkımız Cüneyt Arkın’a çok şükran duymamış. Niye duysun. Bakın burası önemli: Askeri darbeler parklarda içilen alkole ve pornoya hiç karışmamıştır. Niye karışsın. Böylesi bir halk Roma zamanında Kolezyum’da görülmüştür. Gayet bağımlı bir halk. Alkışla dersin alkışlar, yuhala dersin yuhalar.

Cüneyt Arkın’ı sinemada izlemedim çünkü sinemada yoktu o. Büyük yıldızlar uzaklaşıyordu, uzaklaşıyordu uzaklaşıyordu ve sadece tvler onları gösteriyordu. Bizim evde vardı bir tane şanslıydım. Otururken Cüneyt Arkın izleyebiliyordum. Ve Onun gibi bacaklarımı açarak üç santimetre de uçarak sokağa çıkabiliyordum.

Hayyyttt! Dağılın ulan!

“Görü(lü)yorum O Halde Varım”

2007 yılında gösterime giren Zach Helm tarafından yönetilen Mr Magorium Wonder Emporium filminde Dustin Hoffman, Natalie Portman, Jason Bateman gibi önemli aktörler oynuyordu, film tür olarak aile, fantastik, komediydi. Hatta çocuk filmi olduğu söylenebilir. Filmde Dustin Hoffman Mr Magorium karakterine hayat veriyordu, Natalie Portman ise Mahoney karakterine. Filmin finle yakın bir sahnesinde Mr Magorium Mahoney’e sanki bir tiyatro sahnesinde spot ışıkların altında veda ederken bir tirad geçiyordu, bugüne kadar çekilen filmlerin arasında en iyi tiradlar paylaşımlarının arasına girebilecek bir tirad:

“Mr Magorium – 5. Perdede Kral Lear’ın ölümü için Shakespeare ne yazmıştı biliyor musun? “O öldü”. Bu kadar, başka bir şey yok. Ne tantana ne istiare ne de görkemli bir final cümlesi. Edebiyatın en etkili eseri edebiyatın en etkili karakterinin sonunu işte bu iki kelimeyle anlatıyordu. Shakespeare gibi bir dahi sadece “o öldü” yazmakla yetindi.

Ne zaman o iki kelimeyi okusam kendimi huzursuzlukla bunalmış halde bulurum. Huzursuzlanmak normal, biliyorum. Ama sadece o iki kelimeden ötürü değil o iki kelimenin öncesinde tattığımız yaşamdan ötürü. Ben de 5.perdenin sonuna geldim, Mahoney.

Ve senden gidecek olmamı sevinçle karşılamanı istemiyorum. Senden tek istediğim sayfayı çevir okumaya devam et. Ve diğer hikâyeye başla.

Eğer biri bana ne olduğunu sorarsa, hayatımı, bütün büyüsüyle anlatıp basit ve mütevazı bir “o öldü” sözüyle bitir.”

Dün Che Guevara’nın doğum günüydü, Che ile ilgili yazılmış yazılara gös gezdiriyordum bir arkadaşım sosyal medyadan yolladığı mesajla beni sergiye davet ediyordu. O sırada John Berger’in Bir Fotoğrafı Anlamak adlı eserinde Emperyalizmin Sureti adlı makalesinde Che Guevarı hakkında yazdığı yazıyı okuyordum:

“Guevara’nın önceki pazar Bolivya ordusunun iki bölüğüyle gerilla kuvvetleri arasında, Rio Grande’nin kuzeyinde Higueras adlı bir cangıl köyü yakınlarında yer alan çatışmada öldürüldüğünü kanıt­lamak üzere 1 O Ekim 1967 Salı günü dünyaya bir fotoğraf iletildi. (Daha sonra bu köy Guevara’nın ele geçirilmesi için verilen ödülü aldı.)

Cesedin fotoğrafı, Vallegrande kasabasında bir ahırda çekil­mişti. Ölü, bir sedyeye, sedye de beton bir çeşme yalağının üstüne yerleştirilmiş ti. Önceki iki yıl içinde “Che” Guevara efsaneleşmişti. Nerede ol­duğunu kesin olarak kimse bilmiyordu. Kimsenin onu gördüğüne değgin tartışma götürmez bir kanıt da yoktu. Ama varlığı sürekli ka­bul ediliyor ve anımsatılıyordu. Guevara -“dünyada bir yerde” ki gerilla üssünden Havana’daki Üçkıta Dayanışma Örgütü’ne gön­derdiği son bildirisinin başında on dokuzuncu yüzyıl devrimci şai­ri Jose Martf’den bir dize alıntılıyordu: “Acıların vaktidir şimdi ve yalnızca ışığı görmek gerekir.” Sanki kendi ağzıyla açıkladığı ışığın içinde Guevara görünmez, her yerde hazır ve nazır bir duruma gel­mişti. Artık öldü. Sağ kalma olasılığı, efsanenin gücüyle ters orantılıy­dı. Efsanenin durdurulması gerekiyordu. New York Timies, “Ernesto Che Guevara, şimdi artık muhtemel göründüğü gibi, Bolivya’da gerçekten öldürüldüyse, bir insanla birlikte bir mit de huzura ka­vuştu,” diye yazıyordu. Guevara’nın hangi koşullarda öldüğünü bilmiyoruz. Ama ölü­münden sonra cesedine yaptıklarına bakarak, eline düştüğü insan­ların kafa yapısı hakkında bir fikir edinebiliriz. Önce sakladılar ce­sedi. Sonra sergilediler. Sonra, bilinmeyen bir yerde adsız bir me­zara gömdüler. Sonra kazıp yeniden çıkardılar. Sonra yaktılar. Ama yakmadan önce, daha sonra teşhis edilebilsin diye, parmaklarını kestiler. Bu bize onların, öldürdükleri kişinin gerçekten Guevara olduğundan kuşkulandıklarını düşündürebilir. Aynı biçimde bun­dan hiç kuşku duymadıklarını ama cesetten korktuklarını da düşün­dürebilir. Ben ikincisine inanmaya yatkınım. 1 O Ekim ‘de yayımlanan fotoğraftan amaç, bir efsaneye son ver­mekti. Bununla birlikte, gören pek çok kişi üzerinde fotoğrafın et­kisi çok değişik olabilir. Anlamı nedir bu fotoğrafın? Bu fotoğraf tamı tamına ve gizemsiz bir biçimde şimdi ne anlama geliyor? Ken­di açımdan ben, bunu ancak temkinli bir biçimde çözümlemeye gi­rişebilirim. Guevera’nın bu fotoğrafıyla Rembrandt’ın Dı: Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi adlı tablosu arasında bir benzerlik var.

Profesörün yerini kalıp gibi giyinmiş, burnunu mendiliyle örten albay almış. Onun solundaki iki kişi kadavrayı profesörün solunda, en yakınında duran iki doktor gibi, aynı yoğun ama duygusuz ilgiyle seyrediyor­lar. Rembrandt’ın tablosunda daha çok sayıda figür olduğu doğru -tıpkı Vallegrande ‘deki ahırda da fotoğrafa girmeyen daha birçok ki­şinin bulunması gibi. Ama cesedin yukarıdan kendisine bakan kişilerle ilişkisi açısından yerleştirilişi, cesetteki evrensel dinginlik havası -bunlar birbirine çok benziyor. Bu da şaşırtıcı olmamalı, çünkü iki resmin işlevleri benzerdir: Her ikisi de resmi ve nesnel olarak incelenmekte olan bir cesedi sergilemeyi amaçlamıştır. Bundan öte, her iki resim de ölüyle ders vermeyi amaçlar: biri tıbbın ilerlemesi için, öteki de siyasal bir uyarı olarak. Ölülerin, kıyımdan geçirilenlerin, binlerce fotoğrafı çekilmiştir. Ama bu durumların resmi gösteriye dönüştüğü pek ol­maz. Doktor Tulp, koldaki lifleri göstermektedir; söyledikleri her insanın normal kolu için geçerlidir. Elinde mendil tutan albay, kötü şöhretli bir gerilla liderinin-“ulu Tanrı” tarafından yazılmış- son yazgısını sergilemektedir ve söyledikleri, o kıtada bulunan tüm guerrillero’yu kastederek söylenmiştir. Fotoğraf, başka bir imgeyi de düşündürdü bana: Mantegna’nın şimdi Milano’da Brera’da bulunan Ölü İsa tablosu.

Beden, gene ay­nı yükseklikten, ama bu kez yandan değil de ayaklardan görülmek­tedir. Eller aynı yere yerleştirilmiş, parmaklar aynı hareketle bü­külmüştür. Bedenin alt kısmındaki örtü kırışmış, tıpkı Guevara’nın kanla ıslanmış, düğmeleri açık, hâkî pantolonu gibi duruyor. Baş, aynı açıyla yukarıya doğru kaldırılmış. Ağız, gene aynı ifadesizlik­le kaymış. İsa ‘nın gözleri kapanmış, çünkü yanında yas tutan iki ki­şi var. Guevara’nın gözleri açık, çünkü yasını tutan yok: yalnızca elinde mendil tutan albay, bir ABD istihbarat ajanı, birkaç Bolivyalı asker ve gazeteciler. Gene, bu benzerlik bizi şaşırtmamalı. Suçlu ölüleri uzatıp sergilemenin pek de fazla yolu yok.

Ancak bu kez benzerlik, hareketlerdeki ya da işlevdeki benzer­liğin de ötesine geçiyor. Akşam gazetesinin ilk sayfasında rastlan­tıyla bu fotoğrafı gördüğüm zaman duyduklarım, tarihsel imgelem gücümün yardımıyla, çağdaş bir Hıristiyan’ın Mantegna’nın resmi­ne göstereceğini varsaydığım tepkiye çok yakındı. Bir fotoğrafın etkileme gücü görece kısa ömürlüdür. Şimdi fotoğrafa bakarken, ilk baktığım zamanki dağınık duygularımı yeniden toparlayabili­yorum ancak. Guevara İsa değildi. Milano’daki Mantegna resmine bir daha bakarsam, Guevara’nın cesedini göreceğim o tabloda. Ama bunun tek nedeni, çok az rastlanan bazı durumlarda bir insanın ölü-mündeki trajedinin, onun tüm yaşamının anlamını tamamlaması ve örneklemesidir. Guevara konusunda

ben bunun  böyle olduğunun çok farkındayım; belli bazı ressamlar da İsa konusunda aynı şeyin farkındaydılar. Duygusal çakışmanın derecesi bu kadar. Guevara’nın ölümü üzerine yorum yapanlardan çoğunun yanıl­gısı, onun yalnızca askerlik becerisini ya da belli bir devrimci stra­tejiyi temsil ettiğini sanmak oldu. Bu nedenle onlar bir terslikten ya da yenilgiden söz ettiler. Ben Guevara’nın ölümünden doğan kay­bın, Güney Amerika’daki devrimci hareket açısından ne anlam ta­şıdığını değerlendirecek durumda değilim. Ama Guevara’nın, yap­tığı planların ayrıntılarından çok öte bir şeyi temsil ettiği ve etmeye devam edeceği kesin. O, bir kararı, bir sonucu temsil ediyordu.” John Berger’in 1968 yılının Ekim ayında kaleme aldığı yazısı devam ediyor. Ama yazısını 1968 yılında sona erdirmiyor. Çünkü Che Guevara’nın ölümüyle çekilen bu fotoğrafı düşünmeye devam ediyor. Hayatını kaybettiği 2 Ocak 2017’ye kadar da bu fotoğrafı ara sıra düşündüğüne eminim. Bir Fotoğrafı Anlamak üzerine yazdığı Metis Yayınlarından çıkan bu değerli kitap bu süreci nasıl titizlikle analiz ettiğini anlatan ve bir fotoğrafa nasıl baktığını aslında bir fotoğrafla nasıl düşündüğünü anlatan çok önemli bir yapıt. Akademik çevreyi fotoğraf sanatını düşünme yönünde olumlu etkilerle etkilemiş bir kitap. Bir fotoğrafa nasıl bakmamız gerektiği sorunsalı bugün de hayatımızda devam eden bir sorunsal. Özellikle bir fotoğrafın güzel sanatlardaki yerini tartışırken hem kendisine hem Susan Sontag gibi yazarlara atıfta bulunmamak neredeyse imkânsız. Fotoğrafın ifade sanatlarından biri olma yönünde düşünceli soruları titizlikle ele aldıkları için tarihin her döneminde mutlaka kendilerinin düşüncelerinden yararlanılacaktır. İsteyen bu iki yazarın fotoğraf üzerine yazdıkları kitaplara ulaşabilir ve okuyabilirler. John Berger’den son bir fotoğraf alıntısıyla kitabın büyüsünü okuyucuya bırakarak bu konudan biraz uzaklaşayım böylece bugüne de bir köprü atmış olayım:

“Fotoğraflar belirli bir durumda hayata geçirilen insansal bir seçimin tanığıdır. Fotoğrafçının tanık olduğu belirli bir hadiseyi ya da gözüne çarpan belirli bir nesneyi kaydedilmeye değer bulduğu­na ilişkin kararının sonucudur fotoğraf. Eğer, etrafta var olan her şeyin sürgit fotoğrafı çekilseydi, bunların her biri anlamsız olurdu. Bir fotoğraf ne hadisenin kendisini ne de görüş yeteneğini yüceltir. Fotoğraf zaten kaydettiği hadise üzerine bir iletidir. Bu iletinin aciliyeti olayın aciliyetine bütünüyle bağımlı değildir; ne var ki tam anlamıyla bağımsız da sayılmaz. En yalın olarak ileti, Bunu gör­menin kaydetmeye değer olduğuna karar verdim, şeklinde deşifre edilebilir.”

Teknolojinin yaşamımızdaki işlevi arttıkça fotoğraf çekimlerinin sayısının doğrudan artması gibi bir sonucu doğurdu. Az çekilen fotoğrafların yerini her an çekilen fotoğrafların yerine bırakması sosyal medya kullanımının bir etkisi elbette. Bunu doğal buluyorum. Bu fotoğraf paylaşımları sayesinde Platon’un mağarasından kafamızı çıkarıp biraz olsun etrafa bakıyor ve yaşamlarımız hızla değişiyor. Kesinlikle ön yargılı değilim. Hatta bunun mağara yaşamındaki dedikodular gibi faydalı olacağını bile düşünüyorum. Kıyıda köşede sessizce işlenecek suç artık bir şekilde fotoğraflar veya kamera görüntülerine girebiliyor. Bu konuda toplumlarda duyarlılık nesnesi haline dönüşebiliyor. Burada devletlerin ya da diktatörlerin halkı dikizlemesi yine demokrasilerin mağaradan yönetildiğini bizlere hatırlatıyor olması başka bir konu. İnsanlığın demokrasilerini mağaralardan çıkarma zorunluluğu acil ihtiyaçlarımızdan bir tanesi. Bu konuda gözü pek demokrasi mücadelelerini hızlandırarak devam ettirilmesi gerekiyor. Sağlıklı bir demokraside fotoğraf nesnelerin yeri sanatsal bir kimliğe dönüşecektir.

Dün arkadaşım bir arkadaşımın sergisine davet etmişti. Okuduğum metni bitirip sergiye gittim. Neslihan Erzincan Özgür’e ait olan serginin başlığı “Görü(lü)yorum o halde varım” adını taşıyordu.

Böyle sergilerin büyük şehirlerde daha farklı olduğunu biliyorum. Özellikle metropol şehirlerimizde. Ama Anadolu’nun birçok şehrinde böyle şeyler ne yazık ki yok. Giresun’da Can Akengin Sanat Galerisi’nde düzenlendiğini belirtmeliyim bu serginin. Giresun Anadolu’nun birçok şehriyle benzerliği olan bir şehir. Ya aynıdır ya da daha kötü. Kıyaslama yapacak yeterlilikte olduğumu sanmasam da öyle bir gerçeklik var. Serginin teması sosyal medyaydı. Sanatçı arkadaşımızın imzasını bu görsel sergisinin düşünüş şeklini de sergiliyor.

Sergi fotoğraflardan ve video art çalışmasından oluşuyor. Giresun’da bir sergide video art görmekten memnuniyet duyduğumu belirtmek isterim. Böyle çalışmaların artacağını düşünmek sergiyi gezerken aldığım keyfin en önemli parçasıydı açıkçası. Sergisinde daha önce de çalışmalarını gördüğüm Yaren Özün Apaydın’a ait bir resim de yer alıyor.

Yaren Özün Apaydın genellikle yüzsüz insanlar çiziyor, insanların ruhlarını bulduklarından belki yüzlerine de kavuşacaklarını düşünüyordur. Amedeo Modigliani gibi belki Yaren Özün Apaydın da insanların ruhlarını gördüğünde yüzlerini çizecektir. Bu tarz düşünceler beni mutlu ediyor. Bir resme baktığım zaman şiir okumuş gibi bir hissiyat yaşıyorum. Düşünmeme katkılar sunduğu için de böyle çalışmaları çok seviyorum.

Can Akengin hak ettiği değeri bulamamış ve yerel kalmış bir şair. Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü kitabında yer verdiği Giresunlu şairlerden biri. Ben kendisinin çok tanınmadığını düşünüyorum. Yazımı onun bir şiiriyle bitireceğim falan iki cümle daha etmek isterim kendisi hakkında. Onun şiirleri yazdığı tarihler açısından avangart şiirlerdir. Hatta Nazım Hikmet şiirinde yaptığı yeniliği Can Akengin’in de yaptığını söylemek yerinde olacaktır. Mizacı ve fıkraları açısından da değerli bir simadır Can Akengin. İsminin verildiği Can Akengin Sanat Galerisi böyle bir bakımsızlığı hak etmiyor bunu belirtmek isterim. Bu yazıyı okuyan belki Giresunlu sanatçı arkadaşlarım olabilir. Onlara da bir çağrım olsun. Lütfen böyle bir tarihi dokuya çivi çakmayın bir iş bölümü yapın o panoları temizleyin, yenileyin. Galeri demek kolay lakin çağdaş bir galeride olması gereken hiçbir şey içeride mevcut değil. Arkadaşımız Neslihan Erzincan Özgür imkansızlıklar içinde bir tv kutusunun içinden duvara projeksiyon yansıtmak zorunda kalıyor. Bu gibi eksiklikler sanat üretimlerini engeller, galeri için çaba gösterilmeli ve teknolojik olarak desteklenerek geliştirilmeli. Çünkü bu galeri bildiğim kadarıyla Giresun’un tek galerisi. Lütfen, herkese iş düşüyor. Bunu söylerken şunu da belirtmek isterim. Bir Giresunlu olarak bu galeriyi geliştirmek için bir şeyler yapmak istenirse katkı sunacağımı duyururum. Bu katkı sosyal ve sanatsal bir katkı olacaktır, haliyle kazanımı ekonomik olacaktır. Arkadaşım Neslihan Erzincan Özgür’ü tebrik ediyorum ve yeni çalışmalarını görmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

Pelikanların Şarkısı

Biz,

İncirle ceviz

gibi çiçeksiz

Meyve verenlerdeniz.

Süzümüz yok, şatafatımız yok

Gündelik şanlarda,

Hele şu dış alanlarda

oynatacak atımız yok.

Papucumuz delik,

Olsun… çamur tıkar.

Değerimiz bir metelik

etmesin, ne çıkar.

Yoksulla ikiz

biz,

Sırayı kardaş,

Kürsüyü haşhaş

bilenlerdeniz.

Biz ki en

kör çeşmelere tutarız da tası,

O, halis Londra doldurması

viskiden

tatmayız.

Göze gözyaşı katmayız.

At…mayız, efendiler, ayartmayız.

Salt

En yad

ellerde bile

gücümüzden kile kile

incirle ceviz

gibi çiçeksiz

meyve verenlerdeniz

biz!

Can Akengin

Teselli Nehri

Girizgah

Harf Devrimi ilan edildiği zaman, Gazi Mustafa Kemal şöyle demiştir: “Bunu anlatınız, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya..”
O gün bu çok anlatılmamıştır. O günlerin sosyal topluluğunun yalnızca yüzde onu okuma yazma biliyordu, kendince kendilerine göre anlattıkları kesin.
Teselli Nehri diye bir şiire başladım. Nehre girmek için ne yaptım derseniz, Cumhuriyetin gelişimiyle nesli tükenen bir sandalcıyı rehber aldım kendime. Onunla nehrin tersine doğru bir yolculuk yapmaya başladık. Nehrin yukarılarına doğru, nehrin doğduğu yere doğru. Burada okuduğum notlarımdan bir bölüm. Değişecektir. Zaten değişeceği için paylaşım yapmaya karar verdim. İlk bölümünü bitirdiğim zaman yayımlamayı düşünüyorum bir dergide.
Dergi demişken. Benim yazdığım, birinde uzun aradan sonra ilk kez bu sayısında yazmış oldum, diğerinde ara sıra yazıyorum. Umarım devamı olur bu dostlukların. Okuduğum sevdiğim iki dergi var dediğim gibi ve ikisine de aboneyim. Sözcükler Dergisi ve Natama Dergisi. Bu iki dergiyi de seviyorum. Edebiyatımız için çok önemli dergiler. Sevdiğiniz dergilere abone olun. Nesilleri tükenmesin onların da..