Yeşil arenalardan ‘merhaba’

       Kıyı insanlarını, kayıp tarihteki suretleri, bilge serserileri sessizliğin içinden çıkarıp hayatımızın bir parçası yapan başarılı öykü ve romanlarıyla edebiyatımızda yer edinmiş Vecdi Çıracıoğlu, yine ilgi çekici bir kitapla edebiyat okurlarının karşısına çıkıyor. Bu kez bambaşka bir mecradan bir karakteri, sivil bir futbol isyancısını, tezahüratların, coşkun kalabalıkların arasından, uğultulu sessizliğinden çıkarıp buluşturuyor bizlerle. Bunu gladyatörlerin kutsal mabedi arenalarla özdeşleştirip uygarlıkların eğlencesinden günümüze geniş bir açıyla sunuyor gösteri ve eğlence hiçbir zaman spor olmamıştır diyerek hem de. Dünya’nın her kıtasında insanların tutkuyla bağlı olduğu günümüz dünyasının belki de en önemli gösteri müsabakasından bir karakteri hayatımızın içine dahil edip sözü ona bırakıyor Vecdi Çıracıoğlu sadece aktarıyor o, sesini duyurmayanlara inatla yeşil arenalardan çizgi metin’ in ertelenmiş söz hakkını veriyor kendisine. 
                 “Futbol Arenalarında Bir İsyanın Hikâyesi ‘Metin Kurt’ GLADYATÖR” adlı anı anlatı kitabı Everest Yayınevi tarafından kitaplaştırılarak okuyucuyla buluşuyor. Gladyatör bir döneme hem milli takım seviyesinde hem de Galatasarayda oynadığı futbolla damgasını vurmuş ve taraftarların sevgilisi haline gelmiş Metin Kurt’ un futbol hikayesini ve yeşil sahalardaki isyanını Galatasaraydan kopuşuyla beraber futboldan uzaklaştırılışını daha sonra Kayserispor Sivasspor maceralarını ve ardından futbol hocalığı ve sendikal mücadelelerini anlatan tam da futbolun kalbinden günümüz futbol ortamını süzen onu eleştirileriyle yönlendirebilecek gerçek bir hikaye.  Doping gerçeği, sporcu örgütlenmesi, kulüp-futbolcu ilişkileri yönünden güncel sorunlara değinen cesur bir anlatı aynı zamanda. 
                Metin Kurt’ un futbol oynadığı döneme yetişememiş bu yüzden kendini şanssız sayan belki azınlık belki de çoğunluğun içindeyim bilemiyorum ama bildiğim bir şey var ki onun dönemine yetişemediğim için gerçekten üzgünüm. Sadece Metin Kurt için değil elbet bu söylediğim benim için bir söylence, büyülü bir zaman kahramanı, futbolun şövalyeleri sayılan  Metin Oktay, Coşkun Özarı, Lefter, Can Bartu, Cemil Turan, Ziya Şengül, Ogün Altıparmak, Cihat Arman, Ender Koca,Varol Ürkmez, Muzaffer Sipahi, Gökmen Özdenak, Vedat Okyar ve Metin Kurt ve adını burada anamadığım futbolun yıldızlar geçidindeki kahramanları Gladyatör bize işte böyle bir dönemin atmosferini, yokluklarını, mücadeleyi bir futbolcu nasıl yetişiyorun cevabıyla sunuyor ve anlamamızı sağlıyor o dönemi bilenler içinse geçmiş günlere masal tadında götürerek hafızalarında canlandırıyor. Öyle ki gladyatör her ne kadar “Futbol Arenalarında Bir İsyanın Hikayesi” olsa da, aynı zamanda, mahalle takımından kent takımına, kent takımından A milli takıma zirveye yolculuğun inanılmaz mücadelesinin anlatıldığı bir hikaye olurken yine zirveye çıkarken olduğu gibi oradan indirilişinde de tek başına mücadele eden sorumluluk sahibi yalnız bir adamın aykırı ve öncü hikayesi. Okurken insanı hüzünlendiren, mizahi diliyle gülümseten, garip tebessümlere büründüren, ah’latan, düşündüren, soru sorduran bir hikaye. Öyle ki gladyatörü okurken kendinizi kimi zaman boş arsalarda top koştururken kimi zaman çamura batıp çıkarken, bazen belediye otobüsleriyle yarışarak kondüsyon yüklerken kimi zaman hınca hınç bir stadyumda adınıza şarkılar yazılıp hep bir ağızdan söylenirken sevinçle kendinizi sahaya parçalarcasına verirken o mahşeri kalabalık için bazen de talihsizlik yokluk ya bunun adı maçın en kızıştığı anda Beykoz Dinyakos kösele futbol ayakkabılarınızın çim sahada dökülüp korkuyla ayakta kalmaya çalıştığınız ve dönüp de o en çaresiz anda kulübeye bakıp arkadaşlarının namusunu ayaklarından çıkarıp alamayacağınızı bilerek acıyla savaşa devam edip gözlerinizin dolmasına şahit olabilirsiniz. Taraftar olmak böyle tutkulu ve kendini sahada oynayan futbolcunun yerine koyarak paylaşılan bir heyecan değil midir? 
O yüzden gladyatör sadece bir futbol emekçisinin futbolla geçen yıllarının değil siyah beyaz yılların gayri resmi tarihinin kesiti ve nerden bakılırsa bakılsın bir insan dramını bize anlatan başarılı bir kent hikâyesidir de.
             Futbolda adalet yoktur çünkü meşin yuvarlaktır. Ve vefa İstanbul’da semt adıdır diyerek futbolu özetleyenler olmuştur. Bu sözler ne yazık ki futboldaki bir gerçeği ifade eder. Kayıp giden onlarca yıldız gibi ( ki yıldız kelimesi şimdiki futbol kuşağının kullandığı gibi milyar dolarlık ücret alan, havalı yaşantısı olan ve flash transfer yapan oyuncu için kullanılan bir sıfat olarak düşünülmesin kesinlikle) Metin Kurt’ ta sessizce ayrıldı futbol sahalarından. Belki futbolun düzenine uymadığı için hak etmişti bunları susup futbol oynamalı ve şöhretinin keyfini sürmeliydi ya da konuşmalıydı o zaman haksızlığa uğradığını düşünmeyecek kadar isyankar bir kişilik futbol endüstrisine kafa tutacak kadar cesur bir kahraman olarak adı tarihe geçecekti ki konuştu mücadele etti ve futbolun dava adamı olarak hem oynadığı futbolla hem de mücadelesi ve farklı kişiliğiyle futbol tarihine adını çoktan yazdırdı bile, belki kimsenin sadece  cesareti yok sezarın hakkını sezara vermeye. Böyleyse durumun ahvali o dönemde tıpkı bu dönemki gibiyse yani baştan sona yanlış kurulmuş ve sadece ranta ve kazanca dönüşmüş dünyanın her kıtasında izleyici kitlesi olan evrensel bir müsabakayı doğru tarif etmek gerekmez mi? Kim şimdi bu sorunu çözebilir doğru soruları sorarak? Açıkçası bilmiyorum. Ama bir şey var ki bu bambaşka bir şey o stadyumları hınca hınç dolduran taraftar adlı bu halkın insanları akıllarına nedense futbolcu deyince hala eski futbolcuların geliyor olması. Ve her yeni dönemde yıldızı parlayan futbolcularla hep eski yıldızları kıyaslamaya devam etmeleri, buna en iyi örnek şu an Galatasaray’ın yeni kaptanı herkesin çok sevdiği yeteneklerini tüm dünyanın takip ettiği iddia edilen Arda’nın Galatasaray’da ismi efsaneleşen beyefendi kişiliğiyle gelmiş geçmiş tüm futbol yıldızlarının arasında hep daha çok parlayan taçsız kral Metin Oktay’la kıyaslanması, daha önce Hakan Şükür’ ü ondan önce de Tanju Çolak’ı kıyasladıkları Metin Oktay’ın kimler gelip geçse de her zaman en gözde hiçbir zaman unutulmayacak bir futbolcu olduğunu göstermez mi? Şimdinin şöhretleri futboldan daha kopmadan unutulmaya başlamıyor mu hele bu yoğun maç trafiğinin olduğu futbol pazarında. Ama eski yıldızlar unutulmuyor. Ben onların futbol oynadığı dönemi bilmem ama bir yerde maç izlerken çoğu zaman duyduğum şey hep aynıdır. Kırklı yaşlarını aşmış kişiler tarafından “ şimdi bu kanata Metin Kurt’ u koysan bu takımı sırtlar” ve ya “ Metin Kurt’a Galatasaray forması giydir direk oynar” gibi o kadar söz vardır ki bu sözler hem onun nazarında hem de diğer yıldızlar için söylenegelmektedir her futbol karşılaşmasında aşağı yukarı. Bu bir tezahürata sadık kaldıklarının “pazara kadar değil mezara kadar” ın onurlu direniş hikâyesidir biraz da taraftarlar için. 
               Okumaya merak saldığı günden itibaren sorular soran sordukça putları yıkan aldatmacayı hileyi çarpıklığı adaletsizliği görünce susmayan bu yüzden de isyan eden isyanını santra çizgisinden futbol baronlarının sahasına yuvarladığında da tek geçim kaynağından kendini mahrum eden başını eğmeyen cesur bir kahraman olarak Bosman yasalarından çok uzun zaman önce futbolcu hakları için mücadele etmiş bir futbol kahramanı Metin Kurt. Bu efsaneleşmiş kahraman futbolcular döneminin belki de kendine has kişiliğiyle sosyalist ilk futbolcusu ve bu yüzden yeşil sahalardan uzaklaştırılan bir yıldız kendi deyimiyle gladyatör Metin Kurt.
Kendini anlatırken şu açıklamayı yapmayı çoğunlukla uygun görmüş neden çizgi metin dediklerinde? : “Halka en yakın yer neresi? Çizgi. Ben de çizgide topu bekler ve oradan atağa kalkarım. Teknik direktörlerin, idarecilerin ve politikacıların olduğu tarafta oynamayı sevmiyorum. Halk nerede? Açık tribünde. O zaman kapalı tribünün önünde oynamak yerine, açık tribün önünde bir devre sağaçık, bir devre de solaçık oynayarak görevimi kendimce yerine getirmiş olurum. İşin mizahı yanı budur.”
                 Gladyatörle hem Metin Kurt’un mizahi yönüyle yaşadığı yılları anlatışına hem de onun futbolculuk yıllarının geçtiği dönem hakkında hayli çeşitli sohbetlere yaşanmış gerçek olaylara tanık olurken doping skandalıyla ilgili dönemin haber kupürlerine, birebir o dönemin futbol yıldızlarının doping hakkında yaptıkları açıklamalarına, yapılan yanlışlıklara, denetimsizliklere ve futbol sahasından değil belki ama futbolu bıraktıktan sonra eski yıldızların hayatlarını alkole teslim etme nedenlerine ve çoğunun kansere neden yakalandıklarına dair bilgileri aktarmasına ve edindiği tecrübeyi yeni kuşak futbolcu kardeşlerini  yönlendirerek kullanmasına okurken tanık oluyoruz. Babacan ağabeylik geleneğinin bir futbolcunun sportmen ahlakının bir parçası olarak futbolu bıraktıktan sonra da sürmesi gerektiğini en iyi şekilde ifade ediyor.
                  Belki de kitabın en başında Metin Kurt’ un futbolcunun okuyanını hoş karşılamadıklarını okuyanınsa alay konusu olduğunu anlattığı kısımda yatıyor çoğu sorun. Sağlıklı yaşamın sporcu için en önemli şey olması ve bunun yukarıdan aşağıya kadar devlet, kulüp, masör ve futbolcuya kadar iyi organize olması gerektiği de vurgulanan önemli konulardan bir tanesi
               Gladyatör, önce duyularımıza sonra aklımıza hitap eden bir kitap. Okuyucuya sunuluşu yazılış tercihiyle titiz bir çalışma. İnsandan sanayileşen futbola emek-sömürü düzeninden yalnızlığa, hüzne ve dopinge kadar futbolun sadece oyun olmadığı bu oyun diye sunulan mücadelede herkesin işçi olduğu insan olduğu vurgulanan aynı zamanda döneminin siyasal olaylarına tanıklık etmesiyle de kendi türleri arasında çok farklı bir yerde duran başarılı bir anı-anlatı kitabı “Futbol Arenalarında Bir İsyanın Hikâyesi ‘Metin Kurt’ GLADYATÖR.
Ali Aydemir

Sanki Her şeyi Televizyon Yönetiyor

1941 yılında Almanya Ukrayna’yı neredeyse Dinamo Kiev için işgal etmiştir. İşgalden daha birkaç gün sonra Ukrayna liglerindeki futbolculara Alman takımlarında futbola devam etmeleri karşılığında pasaport verileceği söylenir. Sadece Sscb bölgesinin değil tüm kıtanın en büyük takımı olan Dinamo Kiev bu teklifi kabul etmez, işgal nedeniyle dağıtılan liglerdeki futbolcular cezalandırılmak üzere ağır işlerde çalıştırılmaya başlanır: nakliye, fırın, mermi yapım vs. 
Daha sonraları futbolu seven bir yüzbaşının olağanüstü hal bölgesine atanmasıyla ağırlığını Dinamo Kiev ve Dinamo Lokomotif takımlarından oluşan Start adında bir takım kurulur, angarya işlerden kurtulan futbolcular, Zenith stadında antrenmanlara başlar.  Alman ordularında askerlik yapan futbolculardan kurulu takımlarla maç yapmaya başlar, her maçı kazanır. Sonunda Almanya’dan özel olarak dönemin en üçlü Alman takımı getirtilir. Dinamo Kiev’le onur mücadelesine girişen Lutwaffe Flakelf takımı, kazanırlarsa ölecek olan Dinamo Kiev takımı karşısında sahada bir varlık gösteremez ve farklı kaybeder. Almanlar ne yaptıysa bu süreçte Dinamo Kiev’i yenmeyi bir türlü başaramaz, futbolcularından da yararlanamaz, hayal kırıklığı öfkeye dönüşür, işkenceler sonrasında bilinen 11’den iki kişinin hayatta kalabildiğidir. Almanları yenmek için kurulan Start takımı görevini hayatı pahasına tamamlamıştır.[1]
Macar yönetmen Zoltan Fabri, Cehennemde İki Devre adıyla beyaz perdeye aktardığı sinema filminde bu tarihsel olaydan kesit sunar. Yıl 1963’tür. Sinema tarihinin bilinen ilk futbol filmlerinden biri olarak kayıtlara geçen film, siyah beyaz anlatısıyla bir döneme futbol üzerinden ışık tutmayı sürdürüyor… Futbolun kutsal bir oyunken, baskıcı unsurlar tarafından nasıl isyana dönüştürüldüğünü anlatan en güzel örneklerinden biri olur. Hitler’in doğum günü etkinliği kapsamında düzenlenen dostluk maçı, futbolun oyun kurallarının dışına çıkılmasıyla ss subaylarının sahayı kan gölüne çevirmesiyle son bulur.. Futbol sadece oyun değildir.
Tecrit futbol sayesinde kırılabilir;
Futbol ile sisteme ve iktidara birçok gizli gol atılabilir”
G. Almeyra
“Babam, futbolda herkesin hata yapabileceğini savunur, kaleci dışında” 10 yaşındaki Mauro, yönetmenliğini Cao Hamburger’in yaptığı 70’li yılların faşist yönetiminin ve onun baskıcı otoriter rejiminin atmosferinde bir çocuğun gözlerinden bakar 1970 Meksika Dünya Kupa Finallerine. Anne ve babası siyasi suçlu olarak arandıklarını söylememek için Mauro’yu dedesine bırakır ve uzun bir süre kaçak hayatı yaşarlar. Her şeyden habersiz olan Mauro, daha geldiği gün dedesinin cenazesiyle karşılaşır ve yalnız kalır. Dedesinin evinde yaşamaya başlayan Mauro ailesinin Musevi olmasına rağmen dini eğitim almamıştır. Ailesinin gelenekleriyle yüzleşirken, Brezilya’da varoşlarda kaldığı mahalleye uyum sağlamaya çalışır ve kısa sürede herkesin sevdiği bir çocuk haline gelir, onun gözlerinden Brezilya’nın 1970 Dünya Kupasını üçüncü kez müzesine götüreceği turnuvaya tanık olurken, öte yandan faşizmin insanların hayatını nasıl kolayca alt üst ettiğini izleriz. Annemler Tatilde filminde futbol tutkusu hayatın acılarına adaptasyon sağlamamızı sağlayan bir oyun olarak anlatılıp işlense de son sahnede Mauro aslında gerçek durumu özetler: “Ne olduğunu bilmeden ve nasıl olduğunu anlayamadan sürgünde yaşamayı öğrendim.” Futbol sadece oyun değildir.
                                                           Socrates, “Demokrasi” tişörtüyle                                                           
Bu yazı mağlubiyetle başlıyor. Attığımız goller değil yediğimiz goller sayılıyor. O yüzden bu yazı bir vaatte bulunmuyor, bulanamıyor. Sadece en iyi duygularla sizi oyun oynamaya teşvik etmek istiyor, tam da bugünlerde hem de.
İktidarsızlık sanrısıyla, küçücük çocukların bedenlerine saldıran ve yaşama haklarını onların ve sevdiklerinin elinden alan erk. Evrensel değerleri yok ederken, bir yandan da halkların kendi oylarını nasıl değersizleştirildiğinin usta örneklerini sergiliyor. Çocuklara ve kadınlara karşı sokakta yeni bir şiddet alanı açıyor, en kötüsü de yangına körükle gidiyor. Kimi zaman “Terörist- Vandal- Anarşist vs.”gibi birbirinden farklı (alakasız) sıfatlarla hedef gösteriyor sınıflandırıyor, saldırıyor, ölümlere sebep oluyor.  Çocuklardan özür dileyip, kenara çekileceğine, nekrofili yakıştırması yaparak öfkenin serbestçe dolaşımını sağlıyor. Suç işliyor, suçu bir orkestra şefi kadar inançla yönetiyor, teşvik ediyor. Parçayı parçalarına ayırarak zayıflatacağını düşünüyor, yanıldığı nokta da bu oluyor. “Şehirdeki her yerin özel bir görevi vardır ve şehrin kendisi de atomlara ayrılmıştır…. Bir kere; yerel bir sahanın işlevsel ihtiyaçları tarihsel olarak değişirse, alan bunu karşılayamaz; o alan ancak asli amacı için kullanılabilir ya da terk edilebilir ya da yıkılıp yeniden yapılabilir… Şehrin atomlarına ayrılması kamusal alanın olmazsa olmaz bileşenine pratik bir son verir: Tek bir toprak parçasına o parça üzerinde yaşamı karmaşıklaştıracak işlevler yükler.”[1]
                                                                                   “Sorun, bir futbol kulübü olarak mı, yoksa artık küreselleşmiş bir sporda dünya çapında tanınan uluslar arası bir marka olarak mı algılandığımızı bilmektir.” Peter Kenyon, Manchester United Genel Müdürü

Dünya keyif alınacak bir oyun alanı olmaktan hızla uzaklaşırken, sistem kendisinin dışında olan her türlü canlıyı olumsuzlayarak, kavrayıcı ve samimi olmaktan uzaklaşıyor. Dünyayı gözden ne zaman çıkardık tam olarak ne zaman, bilmiyorum. Ama Samsung’un son reklâm filmine bakalım:
Dünya, varlıkları henüz tanımlanamayan, gizemli dünya dışı varlıklar tarafından istila ediliyor. İnsanların kaderini belirleyecek bir futbol karşılaşması için bir çağrıda bulunuluyor. Bu çağrıya cevap, gezegenin en iyi futbolcularının bir araya getirilmesiyle veriliyor. Takım, kendine duyduğu özgüvenle dünya dışı varlıkların uzay aracındaki futbol karşılaşması için dünyadan havalanıyorlar. 
Bu reklam filmi, dünya futbolunun geldiği noktayı, onun meydan okuyacak bir güce ve öz güvene dönüştüğünü gözler önüne sererken, bir yandan da kendimizden farklı olana tutunduğumuz düşmanca tavrında altını çizmiş oluyor. Dünya’daki futbolun, dünya dışı varlıkların ilgisini çekmesi kadar doğal bir şey yoktur. Çünkü futbol öyle bir oyundur ki hem oynayanı hem de seyircisini karşılaşmanın öncesinden başlayarak, oynandığı dakikalarda ve sonrasında bile odak noktasında tutmayı başarır. Ama futbol, düşmanlığın ve ya insanların kaderinin belirlendiği bir düzlem olamaz. Futbol her şeyden önce bir oyundur. Oyun kavramından rahatsızlık duyan otoriteler tarafından endüstrileşmesi de bu yüzdendir. Futbol, aktörlerinin birbirleriyle mücadelesi sırasında seyirciye düşen sadece keyif almak ve duygu kurmakken, saha içindeki mücadelenin ve devamında sonucun şekline göre oyun alanından çıkıp bir baskıya bir otoriteye dönüştürülmesi sağlanmıştır. Endüstriyel futbolda duygunun ön planda olması beklenemez, burada önemli olan rekabettir. Yarışmak ve kazanmaktır. Futbolcuların saha içinde eğlenerek oynadıkları oyuna dıştan müdahale etmek, futbolun oyun kavramına ve eğlencesine gölge düşürdü. Büyük stadlar, seyircinin takımının bir parçası hissetmesi, bağlılık, hatta holiganlığa kadar varan sürecin en arızalı şekilde yaşanması neden oluyor. Elde edilen gelirlerle futboldan ve futbolun bu ticaret ağından beslenenler için marjinal şekilde büyüme gerçekleşirken, seyircilerin sosyal sınıflarının daha dibe gitmesiyle de şiddet için gerekli şartlar oluşmuş oluyor. Bir yandan futbola harcanan para itibarsızlaştırılırken diğer yandan da asgari ücreti itibarsızlaştırarak yoksulluk seviyesini dibe çekiyor. Sonuçta futbol oyunun büyürken ülke ekonomisi küçülüyor. Futbol da sadece oyun olmaktan çıkıyor. Çünkü futbol sadece oyun değildir.
                                                                                üstünlüğün parayla kazanılmadığı bir sistem bulmak gerek. Yoksa bütün yoksullar yok olup gidecek ve zenginler baş başa kalacak. Ben bu amansız kapitalizmi istemiyorum.” Michel Platini, Nisan 2000

“Ya günümüz futbolu geleceğin habercisinden başka bir şey değilse?”[2]
“Futbolcuların “starlaştırılması” da giderek “show-biz” yıldızlarının serüvenlerini andırmaya başladı: Stadyum tanrılarına adanmış internet siteleri sanal şampiyonlukları sergileyen video oyunları, özellikle mankenler veya yıldız adayı genç kızlarla yaşanan “aşklar” yoluyla magazin basınına giriş. Giderek spor alanını terk eden “Futbol A.Ş.”, sadece Figaro’nun finans sayfalarında değil, Voici ve Gala’nın bonbon pembesi sayfalarında da yerini alıyor. Fabien Barthez McDonald’ın reklam panolarında olduğu kadar, topmodel Linda Evangelista ile ilişkisine çok meraklı magazin basınında da boy gösteriyor. Evangelista’nın yolu magazin sayfalarında sık sık eski meslektaşı Adriana Karembeu ile kesişiyor. Magazinlerde şarkıcı Elsa ile maceralarını izleme şansını bulduğumuz Bixente Lizarazu (birbirlerine sarılmış “üstsüz” fotoğrafları Paris-Match’a kapak olmuştu), yaz aylarında televizyonda sunuculuk yapıyor.

Peki, ileride para ile magazin arasında spora da bir yer kalacak mı? ve nasıl bir spor olacak bu? Ticaretin şiddetli girdabına geri dönülmez bir biçimde gömülmeye mahkum bir spor mu? Moda olmuş ürünlerin satışıyla uğraşan bir spor mu? Televizyonda seir başına ödemeli maçlardan ViP locasına, kulüp hisse senetlerine ve tahvillerine uzanan bir spor mu?

On yıldan kısa bir süre içinde yaşanan altüstlüklerin boyutlarını kavrayabilmek için – buna hala gerek varsa tabii- 1991’de o sırada Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası adı verilern turnuvanı meşhur finalinin bazı görüntülerini izlemek yeterli olacaktır. Bir mayıs akşamı, İtalya’nın Bari kentinde, Olympique de Marseille Belgrad’ın Kızılyıldız ekibiyle karşı karşıya gelmişti. Yugoslav kulübü o sırada Avrupa’nın büyüklerindendi (bugün bir Doğu veya Kuzey takımının Şampiyonlar Ligi finaline yükselebildiğini hayal etmek bile çok güç) ve Tapie’nin OM’sini ve yıldızlarını alt etme zevkini yaşamıştı. Formalarında ne reklam, ne de sponsor şirket ilanları vardı. Bugün neredeyse “hükümsüzüdür” damgası vurulabilecek bu görüntüler artık yok olma yoluna girmiş bir sistemin tanıkları gibi. Şimdi ise gösteri ve internet-futbol zamanı!”[3]

Futbol üzerine düşünen, seyreden, öylesine göz ucuyla süzen herkeste aşağı yukarı uyandırdığı duygu aynıdır ve futbolun geleceği üzerine kaygılar neredeyse ortak kaygılardır. 1900’lerin başında futbolun büyüme hesapları o günlerde kimleri tedirgin ettiyse bugün de birçok insanı kaygılandırıyor. Futbolun gelişen ve değişen zaman içerisinde medya yönetiminin bir parçası haline gelmesi ve medyanın iktidar odaklı yayın anlayışı, futbolun yönetim-futbolcu-seyirci üçgenini siyasileştirirken, şiddeti de meşrulaştırıyor. Futbolun oyun sahasını, gladyatörlerin hayatta kalmak için acımasızca şiddete başvurduğu arenalara benzetilmesi bu korku verici tedirginliğin sınırsızlığını ve keskinliğini ortaya sererken aynı zamanda seyircilerin her türlü manipülasyonlara açık oluşlarıyla toplumsal travmaların merkezine odaklanabileceğini ve geleceği bu haliyle tehdit ettiği unutulmaması gereken bir paradokstur.
                              “Spor sanayiye dönüştükçe, oynamak için oynamanın neşesinden doğan güzelliği sınır dışı etti. Bu yüzyıl sonu dünyasında profesyonel futbol yararsız olanı mahkum ediyor ve verimli olmayan da yararsız kabul ediliyor. İnsanı kısacık bir an için bile olsa yeniden çocuklaştıran, lastik topunu zıplatan bir çocuk veya yün yumağının peşinden koşturan bir kedi gibi oyunlardan zevk almasını sağlayan o çılgınlığa günümüz futbolunda yer yok.” Eduardo Galeano

Üç Taraflı Futbol Maçına Var mısın? 

Futbol çevresinde yeni vizyonlar geliştirme olanaklarından esinlenerek, demokratik toplumların ve ifade özgürlüğünün İstanbul tabanlı online platformu InEnArt, “Göstericiler ile Dayanışma jesti” olarak Eylül 2013’te 13. İstanbul Bienali paralel etkinlikler çerçevesinde üç taraflı futbol maçı düzenledi.[4]
Bu oyun,  geleneksel futbolun çatışmacı ve bi-polar doğasının yapısını bozma iddiasında bulunarak, sosyal mücadeleye bir göndermede bulunuyordu.
Müsabaka, Philosophy Footbal Fc/İngiltere, Dynamo Windrad/Almanya ve Gazozcular/Türkiye’nin yaratıcı profesyonellerinden oluşan üç takımın katılımıyla gerçekleştirildi. En az gol yiyen takımın kazandığı futbol müsabakasında kaybeden Gazozcular/Türkiye’nin yaratıcı profesyonelleri oldu. Müsabakayı eşcinsel olduğunu açıkladığı için TFF tarafından görevine son verilen hakem Halil İbrahim Dinçdağ yönetti. Açtığı davanın sonuna geldiğini belirten Halil İbrahim Dinçdağ ile hem dava süreci hem de Üç taraflı futbol üzerinden sohbet etme imkânı da buldum. Geleceğinden umutlu, mahkemenin vereceği kararın olumlu olacağını düşünüyor fakat bir taraftan da mutsuz, dava sürecinde yalnız kaldığını belirtiyor. Aslında diyor, tek kendi davam değil, maalesef tüm davalar bu şekilde, mahkemelere gitmiyoruz, destek olmuyoruz birbirimize, diyor. Üç taraflı futbol maçı oyuncular ve izleyen bizler gibi hakemi de kendisini de heyecanlandırmış, normalde bir hakem daha oluyormuş bu arada. Futboldaki kirlilikten bahsediyor iki insan futboldan konuşmaya başlayınca ne kadar kötü, yeni umutlar arıyor insan. Bu noktada da Türkiye’deki alternatif liglerden bahsediyor. Gazozcular ve Efendi liglerinden.  İnternet üzerinden bilgi edinilmesi gerek olan ligler, seyirci davetinden söz etmeme gerek yok, izleyicisi ve takipçisi aynı zamanda katılımcısı olmak sizin elinizde benden iletmesi.
InEnArt’ın internet sitesinde oyun ile ilgili şu kurallardan bahsediyor:
Üç taraflı futbol, oyuncular arası dayanışma, iletişim ve işbirliğine dayanır ve ifade özgürlüğü ve barışçıl ortamlarda çoğulcu toplumlar için bir metafora dönüşür.
Bu oyunda altıgen bir sahada, iki değil, üç takım, rekabet yerine işbirliği içinde kendi aralarında geleneksel futboldan farklı olan kuralları kabul ederler.
Üç taraflı futbol, geleneksel futbolun üç takımla oynanan bir çeşididir ve 1962’de Danimarka’lı sanatçı Asger Jorn tarafından geliştirilmiştir.
Geleneksel futbolun tam tersine, üç taraflı futbolda “arkadaş” ve “düşman” kategorileri sürekli değişir, rakipler kısa bir süre için birleşir, işbirliği, dayanışma ve iletişim gereklidir. Düşman sadece düşman değildir, müttefikler de potansiyel düşmanlardır. 
İki takımdan en yüksek puanı alanın kazandığı geleneksel futbolun aksine, bir takım gol attığında skor kabul edilmez ama diğer taraftan yediği goller sayılır ve en az olü yiyen takım kazanır.
Sınıf mücadelesi içinde hakem devlet ve medya aygıtının anlamlar bütününe, geleneksel futbolun çatışmacı ve bi-polar doğasının yapısını bozma iddiasında bulunan bu oyun, devam eden sınıf mücadelesinin siyasi sürecinde tarafsız bir hakem benzetmesi yapar.
Üç Taraflı Futbol Maçı, Marksist-Leninist Diyalektiği eleştiren Triyalektik üzerine kurulu bir konsept. Para ve iş hayatında sömürülen işçi sınıfının zenginlerle mücadelesi tek temel olarak kabul edilmiyor. Hep üçüncü bir yol olduğunu öne sürüyor Asger Jorn. İdeolojilere onay vermeyen, toplumsal baskılara yenilmeyen, homofobiye de karşı olan yol. Maçımız bunu temsil etmekte.[5]

Hakem Halil İbrahim Dinçdağ ile sohbetimizde futbolda kaybettiğimiz şeylerden en önemlisinin sevgi olduğu konusunda hem fikir olduk. Eskiden futbol oynanan her yerde birbirine lakapla seslenen insanlar vardı, şimdi yok. O zamanlar oynayan oyuncuların futbol tarzları, kişilikleri, yaşantıları, onları içimizden biri yapan eşit ekonomik ve sosyal şartlardan da kaynaklanıyordu. Bir zamanlar halkların çocukları olan bu futbolcular, endüstirinin gelişimiyle gezegenin dışına bilinen bir yıldıza dönüştü. Kahraman yerini ikona ve imaja bıraktı. Zenginliğe ve ihtişama. Ve bizler evlerimizde kendi tuttuğumuz takımın maçlarını ücret ödemeden izleyemiyoruz bu yüzden de televizyon ekranlarından futbolun yeni yıldızlarını seyrediyoruz. Bu bir parodoks mu yoksa vahşi kapitalizm mi?
Üç kaleli futbol, birleştirici, izlerken de oynarken de bir oyunda olduğunuzu biliyorsunuz. Kadın ve erkeğin aynı takımda rakip takımlarla beraber oyuna katılması hem çok eğlenceli hem de zevkli. Oyuncu değişikliği basketbolla aynı. Bir turnuva yapılacaksa eğer üç kaleli futbol turnuvası yapılmalı. Herkesi içine almalı, birleştirmeli. Belki de şu günlerde ihtiyacımız olan bu sosyal birleşmedir.
Gezi Parkı’ndan önce ve sonra kaybettiğimiz tüm çocuklarımız adına bu yazı üç kaleli futbol turnuvası yapma çağrısıdır.   
Ali Aydemir

Şairin geleceği yok!

yaşamak istiyoruz, hayatta kalmak istemiyoruz!

Eduarda Galeano

Yaşam üzerine ne kadar kafa patlatılıyor olursa olsun, bir şey hiçbir zaman değişmiyor; insanların kendileriyle dolayısıyla da birbirleriyle sonlanmayan çatışma durumları. İşte bu Poetika’nın ana eksenini oluşturan; basit bir “haltlaşma”dan öteye gidilmediği konusunda Aristoteles’in haklılığını bir kez daha göz önüne seriyor. Şiir sanatı üzerine iki bin beş yüz yıl önce atılan bu düğüm, hükümranlığını insan ilişkilerinde ve şiir sanatı üzerinde sürdürüyor.  
Duyarlılığın toplumların ihtiyacı olduğu ve toplumların bunu yaratması gerektiği unutularak, hiç var olmamışçasına, tepeden bir duyarlılık lütuf etmek, söz konusu duyarlılığı hiçe saydığı gibi toplumun bireylerinin belleğindeki hassasiyeti de iğdiş ediyor. Bu duyarlılık kaybı idealize edilmeye çalışılan şiir duyarlılığını ve genel anlamda şiir sanatını da tekdüzeleştirmekten öteye gidemiyor.
Antik Yunan toplumundaki en belirgin düşünce; “Kendini Bil!”mekti. Sanat kendini bu yalın düşünceyle yoğurdu ve temellerini bu düşünceyle attı insan toplumuna. Oradan gelişti her şey, Shakespeare bu dünyadan beslendi, Nietzsche bu dünyaya ait olduğuna inandı; en yalına en basite gidilen yolu keşfetmekti amaçları. Hayatı büyük oynamaktansa küçük ve yalın takip etmek olduğuna inandılar. Dostoyevski tüm ruhunu bu düşünceyle sadeleştirdi, (anti)kahramanlarının büyüklüğü, derinliği ve üç boyutluluğu bu şekilde güç kazandı. Yalın olan gündelik hayatın içinde var olandı, karmaşık olmayanı sade olanı seçtiler. Aristoteles’e göre Katharsis neyse Ingmar Bergman’a Şarlo’ya göre de oydu. Sanatın ve şiirin sadece Atinalı olduğu anlamına da gelmez bu söylediklerim. Tam tersi sanatın evrensel değerlerinin etki alanına bakıldığında bile saygı duyulası bir durum göze çarpar.  Sanat bir ifade biçimidir ve her bakımdan özgürdür. 
Sanatın kimilerince siyasetin tekeline alınmış olması, sanat üzerinde kurulmaya çalışılan tahakkümle şiirin sloganlaşıp afişe bir dil kazanması, ezilenlerin sözüymüş gibi ifade bulması şiir sanatını tekdüzelikle birlikte çıkmaza sürükledi. Bu, bilinçli bir şekilde şiirin gerçek doğasını anlamamakta direnen “toplumcu gerçekçi” şairlerin politik dertlerinin bir hırçınlığıydı. Şiirin, savaş ve yıkım günlerinde, yani toplumsal duyarlılıkların arttığı dönemlerde hatırlanması, ister istemez kamuoyunda şiirsizliğe ve şiirin öldüğüne dair yakıştırmalara bile mahal verdi. Tüm bu nedenler bu kadar ortadayken, sessizce bu işten nemalananlar, böbürlenerek şiirin önüne geçip, bana göre boyunlarındaki boyunduruk olan şu mührü taşımaya başladılar: Şair (!) 

Türkiye bu kafa karışıklığına yıllarını verdi. Şimdi toplumcu gerçekçi şiir ve politik şiir kavramları, aralıkları uzayan tartışmalarda ve ara sıra hatırlanan gündem başlıkları arasında yer alıyor. İki isim bile sadece boş bir kâğıda yazılsa o boş kâğıt şiir değeri taşıyordu. Aslında “toplumcu gerçekçi şiir” ve “politik şiir”, şimdinin “deneysel şiir” adını taşıyan deney ürünlerinden başka bir şey değildir. Burada “toplumcu şiir” “politik şiir” şimdinin “deneysel şiiridir” demiyorum, “toplumcu şiir” “politik şiir” gibi “deneysel şiir” de avangardın bir parçasıdır, diyorum. Çünkü avangard çağıyla ortaya çıktılar ve avangard hâlâ devam etmekte ve şairler de denemeye.. 

Peter Bürger’in İletişim Yayınlarından Ali Artun sunum yazısıyla çıkan Avangard Kuramı kitabı “Avangardın Son Oyunu” başlıklı yazısıyla başlarken, avangard bitti mi devam ediyor mu tartışmalarına da önemli bir bakış getirir: “ İkinci Dünya Savaşı’yla yiten avangard ruhu 1968 sıralarında yeniden canlanır… …avangardın ‘hayatın ele geçirilmesi’ stratejisini benimseyen Sitüasyonist Enternasyonel, gündelik hayatı, imgelemin ve yaratıcılığın hüküm sürdüğü bir oyuna, kenti de bir oyun parkına dönüştürecek bir devrim peşindedir. 1968’lerin karşı kültüründe ve sokakları süsleyen karşı-estetiğinde sadece sitüasyonistlerin değil, ayrıca Rus fütüristlerinin, kısacası avangardın en isyankâr bütün temsilcilerinin hayalleri de derin izler bırakmıştır.” Ken Knabb’ın  ‘Sitüasyonizm Toplumu’[1]makalesine göre “kendisiyle karşı karşıya olan otonomsuzluktan en az otonoma dönüşümü zorlayarak, Sitüasyonist Enternasyonel, devrimcilik eğitimini bildiğini göstermiştir” otonomla ilgili bir cümleye özellikle değinmek istedim, daha sonra tekrar bahsedeceğim. “Bürger’in kuramında avangard, sanatın kurumlaşmaya karşı bir saldırısıdır. Özerkleşmenin terk edilerek, sanatın yeniden hayata sindirilmesi mücadelesidir. Sorun, ‘gerçek dünyaya müdahale edilmesi.. hayatın devrimcileştirilmesidir; yoksa estetik haz nesneleri olmaya mahkûm formlar yaratmak değil.’ Bu tutum, 1848 öncesinin avangard ruhundan köklü olarak farklıdır. Çünkü sanatı hayatla ilişkilendirirken, geçerli siyasal-ahlâki tasavvurlar doğrultusunda bir angajmanı kabul etmez. Ütopyaların öngördüğü, toplumsal ilerlemenin öncülüğü gibi bir rolü üstlenmez. Sorun, sanatın toplumsal faydası (realizm) veya bunun reddedilmesi (estetizm); sanatın angaje veya özerk olması değil, sanatın ta kendisidir. Onun toplumsal işleyişi, kavrayışıdır: Kurumudur. Avangardın hedefi bizzat içinde var olduğu sanat kurumunu yok etmektir. Çünkü sanatı hayata yasaklayan, bu kurumdur. Sanat ancak kendi kurumuna tutsaklığından özgürleşerek hayatı ele geçirebilir. Avangard şimdi bu devrimi siyasetin yedeğinde değil, siyasete rağmen, ya da, kendini siyasallaştırarak geçekleştirmeyi denemektedir.[2]

“Avangard Kuramı, çevresinde son derecede üretken bir tartışmayı alevlendirir. Bu tartışmalar çerçevesinde Bürger, avangardın ömrünü sınırlaması ve sonraki ‘postmodernist’ uyarlamalarını görmezden gelmesiyle eleştirilir. Bürger hâlâ süren bu eleştirilere değinirken, avangardın başarısızlığına ve yenilenemeyeceğine ilişkin inancını tartışmaz. Ama avangardın tam da başarısız olması sayesinde, bu başarısızlığın içinden bir yerden, etkisini sürdürdüğünü belirtir: Başarı, başarısızlıktadır.”[3]

“Bürger 1997 Documenta kataloğuna yazdığı yazıda gene yukarıdaki “karşıtlık mantığı”na ümit bağlar: “Modernizm Beckett’le anlamlılık iddiasını protesto ediyordu. Ama anlamın reddinin, bütün olarak toplumun ilkesi haline geldiği bir yerde, bayağılığı aşabilen herhangi bir anlam izi, bir direniş gösterisi olabilir.” 

Küçük Amerika olma hayali peşinde koşmayacak ve çuvaldızı elimize alacaksak önce bir durup düşünelim. İkinci Dünya Savaşı’na katılmamış olmak özgür bir ülke olduğumuz anlamına gelmez, aksine bir savaşa dahil olmamak, savaşın içerisinde kendini tarifleyen sanat hareketlerinden de uzak kalmamıza neden olmuştur, sonrasında darbelerle beraber, ekonomik ve sosyal hayatımız gelişimini bir türlü tamamlayamamıştır. Her şeyi geriden çok geriden takip etmek ve çok sonra tecrübe etmek, bir ülkenin gelişimini somut olarak gözler önüne serer. Bu bakımdan da avangard devam ediyor, diyerek, günün sanatsal çeşitliliğinin de altını çizmiş oluyorum. Ama önce mayıs ayının sonuyla beraber başlayan ve içerisinde yukarıda sözünü ettiğim otonom bölge kurmaya kadar giden Gezi Park Direnişi, hem ülkemizdeki ezberi bozması açısından hem de aslında tüm dünyada bir şekilde isyana dönüşen küçük burjuva- burjuva, işçi sınıfı isyanları ve getto ayaklanmalarına entegre olması açısından son derece önemlidir. Avangard bir başarısızlık olarak her ne kadar aykırılığı sıradanlaştırsa da tüm dünyada ortak ama farklı taleplerle direnişe geçilmesiyle tekrar hayata dönmenin hesabını yapmaktadır. İçinde taşıdığı “direniş” düşüncesinin yaygınlaştıkça hayatı ve sanatı nasıl dönüştüreceği başta kapitalizmi ve onun yöneticilerini tehdit ederken, bir başarısızlıktan nasıl bir başarı çıkaracağı konusunda da tecrübesine güvenmektedir. Gezi Park Direnişinde öne çıkan ritüelist görüntüler, bu ülkede avangardın yaşadığını en iyi şekilde gözler önüne sermiştir. “Direniş,” Türkiye, Arap Baharı adıyla anılan Ortadoğu ülkeleri, Yunanistan, Fransa, Brezilya, Arjantin gibi ülkeleri çoğaltır ve hayatımıza dahil olduğu alanları genişletirse yani yaygınlığını sürdürürse avangardın başarısızlığı başarıya, başarısızlığı tecrübeye dönüşecek ve böylece bir kez daha sınanacaktır. Bu konu üzerine yazılan yazıların çoğalması biz aslında ne yapıyoruz? Sorusunun sorulması, sanata olumlu katkı sağlayacağı gibi özelde şiirin de önünü açacak ve karışıklık belki de bir çözüme kavuşacaktır.[4]
Edebiyatımızda süregelen tartışmalarda benim garipsediğim; toplumcu gerçekçi şiir yazdığına inananlarla politik şiir yazdığına herkesi inandırmaya çalışanların oksimoron tartışması. Eksen aynı. Bir müzakere masasında iki temsili şair, masanın üzerinde bir tabanca, biri diğerine neden ateşleyemediğini soruyor, diğeriyse içerden yeni çıktığını (hâlâ!) söylüyor. Oysa ikisi de tabanca tutmamış daha, işte aralarındaki kavga da buradan kaynaklanıyor, aslında hiç tanımadıkları bu tabancayı ateşlemeyi kimin cesaret edip kimin edemeyeceğinden. Bu kadar basit, içinde şiir olmayan daha çok politik ayrılıkları ifade eden tartışma. Ama tartışma işte.
Türkiye’nin şiir haritasını kim çıkarmaya cesaret edebilir? Şehirli insanları mı varoşlarından bihaber olan (?) Terminallerde hala martılara simit attığını yazanlar mı (?) Trenlere el sallayanlar (?) Cezaevinde sigara kâğıtlarına şiirler yazanlar (?) Kendini tekrar edenler mi yoksa kırk yıldır falan (?) Kim açık yüreklilikle söyleyebilir, şimdiye kadar yazdıklarının şiir olmadığını! “Edebiyat kirlendi (!)” diyenler her Allahın ayı aynı anda birkaç dergide nasıl şiir yayımlayabiliyorlar! Hep şaşırmışımdır; bu kadar kirlilik söz konusuyken en azından geri çekilme cesareti doğru değil midir, hem adama demezler mi; “Bak en çok senin şiirlerin yayımlanmış bu ay, o zaman bu kirlilikten en çok sen sorumlusun” elbette, ben bunu derim.
Bir çoğumuzun bildiği fakat çoğunluğun görmezden geldiği ya da büyüsüne, heyecanına kapılarak es geçtiği ve birden karşına çıkınca işte bu “devrimin ayak sesi” dir dediği Gezi Parkı Direnişi, başlangıcından bugüne kadar farklı yorumlarla yazılmaya devam ediyor. Böylesi toplumsal heyecan yaratan olaylar dizisine şiirin ilgisiz kalmasını elbette kimse beklemiyordu. Bugüne kadar şiire ayırdığı zamandan fazlasını siyasete ayıran, hep bir dirsek mesafesi yakınında bulunduran, siyaseti yaşamına entegre etmiş şairler, apar topar Gezi’yi şiire dahil etme yarışına girdiler. Varlık dergisinin Temmuz ve Ağustos sayılarında yer alan şiirlerde görüleceği gibi tam bir acelecilikle yazıp, şiirlerini gezi şiirleri mottosuyla dolaşıma soktular ya da Tarık Günersel gibi Pen Temsilciliğini kullanarak Gezi Park’ta boy boy fotoğraflar çektirip uluslararası şair-yazar örgütlerine göndererek ne kadar muhalif (!) olduklarını duyurma çalıştılar. Geçer not aldılar mı bilinmez, benim kanaat notum sıfır olmuştur.
Gezi Parkı Direnişi ile ilgili özel sayılar hazırlayan edebiyat dergileri sayesinde, hemen hemen herkes düşüncesini paylaşacak mecraları buldu.  Bu çeşitlilik yıllar sonra iyi analizlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır kuşkusuz. Bugün geziden öncesi ve sonrası diye ayrım yapanların aceleciğinin tersine, olgunlaşmış düşünceler olarak karşımıza çıkacaktır. Yani bugünün aceleci şairlerine yanıt gelecekten gelecektir.
Gezi parkına katılan genç insanlar hangi şiirlere hangi şairlere sahip çıktı? Bu konu hakkında Natama’nın dördüncü sayısında Enis Akın bir tabloyla gezi parkta dolaşımda olan şairlerin altını çizdi. Turgut Uyar açık ara öndeydi arkasından Ece Ayhan, Cemal Süreya, Edip Cansever, İlhan Berk izledi onu ve sonra Nazım Hikmet, Arkadaş Z. Özger, Cahit Zarifoğlu, Hasan Hüseyin, Nilgün Marmara ve Ergin Günçe. Yaşadıkları dönemde değerli bulunmayan hatta hiç yokmuşlar gibi davranılan, incitilen şairleri yine daha düne kadar kimsenin ciddiye almadığı gençler hatırladı, sahip çıktı onlara. Demek ki şiir okunuyormuş! Ama ne yazık yine göremediler, hiç değilse artık yalnız değiller. Bu listede hepi topu sadece yaşayan iki şair vardı; biri Gülten Akın, diğeri İsmet Özel. İsmet Özel’in şu an içinde bulunduğu düşünce karmaşasına hiç aldırmadan, kendilerine yakın hissettikleri ilk döneminden dizeleriyle anımsadılar onu. Belki bu onların Özel’e verdikleri yanıt oldu, hep İsmet Özel konuşacak değildi ya, unutulmamak en azından bir şairi mutlu etmeye yetse gerek. Enis Akın’ın yazısında beni heyecanlandıran bir tespit var ki bu tespit; Gezi üzerine yazılan yazılar arasında belki de en önemli yere sahip. Gezi protestoları sırasında dolaşıma giren, hatırlanan şiir üzerine şu yorumu yapıyor, hatırlatmakta yarar var: “Yoksa elbette duvarlara yazılan şiir de yeni değil, siyaset de. Şiirle siyasetin ilişkisinin tartışılması da hiç yeni değil. Ama Gezi, yaşamla şiirin bağlantısının altını yeniden çizerken 70’lerdeki “toplumcu gerçekçi”, “politik olunmadan şair olunmaz”, diyen şairlerden alıntılarla doldurdu duvarları (!). Ama bir dakika, doldurmadı! Hatta tam tersine duvarlar çoğunlukla o “toplumcu” şairlerin “gerici”, “bireyci”, “apolitik” diye karaladığı şairlerin şiirleriyle doluydu. Şu slogan yıllardan beri “şiir satmıyor” diye yakınan yayınevlerine verilmiş ve verilebilecek bütün yanıtları içeriyordu: Şiirsiz devrim olmaz! Şiir okuyuN! (Yazılışına dokunmadan.)” 
Bu hiç kuşkusuz daha ne kadar temsilcisi olduğu bilinemeyen toplumcu gerçekçilerin sonu ya da sonun başlangıcıdır. Yani yeni bir başlangıçtır. Her tecrübe, her deneyim, kendi dönem ve koşullarında nasıl var oluyor, ifadeye bürünüyorsa, bugün var olan ifade de şiire öyle dahil olacaktır. Saçmalamaktan sınırsızca zevk alan insanların mizahtan çok daha fazlasını katacağına inanan biri olarak, şairin geleceğinin olmadığını söyleyebilirim. 

Şairler artık şairlik taslayamazlar.
Şiir mi yazılmaya devam edecek… Herkesi üzen talihsizlikleri duyurmaya, şiddeti belgelemeye, devletlerin öfkesini, terörünü ayyuka çıkarmaya, halkların mücadelesine destek vermeye, onların yanında olmaya, bazen sıkılmaya, bir evin içinde oturmaya, sokağa çıkmaya, dünyanın neden döndüğünü bilmeyen bir sivrisinekle alay etmeye devam edecektir şiir. Bazen ısırmaya. Yani yaşamaya devam edecek. 
Saçma olanı sevmeyebilirsiniz ama saçma avangardtır.
Ali Aydemir

BRUTUS’U BEKLERKEN

Doğrulardan, olması gerekenlerden bahsetmek zorunda olmadığımızı düşünüyorum.Yanlışlardan, eksikliklerden söz edebilir ve üzerinde uzun uzun düşünebiliriz.
Kitleleri Gezi Parkı’ndan şiddetle çıkaran ve bir parkı insanlardan arındırdığıyla övünen bir iktidara verilecek en güzel cevap belki de budur, başlangıçta olduğu gibi kafa kafaya vermek.
                         Bugün,  Gezi Parkı süreciyle birlikte ilk kez deneyimleşen eylemleri, duyguları, kararları gözden geçiriyoruz, kendimizi merkezi bir yerde konumlayarak,  çevremizde olup bitene kulak kesiliyor, pür dikkat ne oluyor ne bitiyor anlamaya çalışıyoruz. Kendimizi bir kahraman gibi gördüğümüz an’ları unutmamız nasıl mümkün değilse, aşağılanarak, küçük düşürülerek yok sayıldığımız zamanları da hiçbirimiz yok sayamaz, yaşandı tüm bunlar ve yaşanmaya devam ediyor.
Her ne kadar parklarda bir araya gelip konuşabiliyorsak da unutulmamalı, bugün bizi biraya getiren alanlardan şiddetle, tacizle, hakaretle ve küstahlıkla uzaklaştırıldık, bu aşağılık kompleksinin medyada nasıl karşılık bulduğunu, bulmaya devam ettiğini unutmamak gerekiyor. Kamuya ait olan bir televizyon kanalının nasıl hükümetin yayın organına dönüştüğünü ve neredeyse her gün insanlık suçu işlermiş gibi yayın yaparak, kendi halkına nasıl sırtını döndüğünü sorgulamamız gerekiyor. Bu aslında böyledir, eğer özgür fikirlere inananların sayısı, meclise oylarıyla vekil gönderenlerin sayısından azsa ve demokrasiniz temsil hakkını seçim barajıyla denetliyorsa, o meclisin tüm iradeyi temsil ettiği nasıl söylenebilir ki, meclis dışında da kimse söylemiyor bunu. Bu kalabalığı anlamaya çalışmaktan uzak açıklamaların, ülkeye nasıl olumsuz bir şekilde yayıldığını görmek istemeyenlerin anlaması ve tekrar tekrar gözden geçirmelerinde yarar var, çünkü sorun temsiliyettir. Temsil edilememektir. Doğrudan bu haksızlığa karşı çıkıyor ülkenin geleceğinde söz sahibi olmak isteyen “çocuklar”. Yani demem o ki, şu an mevcut kanunlarla ülkeyi yönetenler yerine, mecliste koltuğu bulunan herhangi bir siyasi partinin iktidarı olsaydı bile tüm bunlar yaşanırdı. Bu yüzden herkesin anlaması gerekiyor, bu en başından beri bir demokrasi talebidir ve yönetimlerde söz hakkının artık kullanılmak istendiğinin çağrısıdır. Herkes gibi bu kitle de her şeyin farkında, kimsenin manipülasyonuna gelmemesi ve inandığı, aslında talep ettiği şeyin evrensel bir hak olduğunun bilincinde olmasının ürünüdür tüm yaşananlar. İktidarın bu hak ve özgürlük taleplerine kulaklarını nasıl tıkadığını görürken canı acımayan yoktur sanırım. Kimsenin anlayamadığı bu kitlenin, görmezden gelinmesi, iyi niyetle meseleye yaklaşanların tehditle, baskıyla susturulmaya çalışılması, halkın neye dönüştürülmek istediği gibi kaygı verici soruların çoğalmasına neden olurken bir yandan da şiddetin meşrulaşarak, kahraman olarak atfedilmesi, onarılamaz hasarlara, toplumun endişeye kapılmasına ve infial edilmesine neden olmaktadır.  

                        Gezi Park’ta, açık alanda, çadırların içerisinde yaşayan çocukların, o çadırların etrafında bir hayat kurup, sosyal bir varlık olduklarını göstermelerinin altında güven vardı, bu özgüven karşılaşılan şiddete karşı saf tutarak bedenini kalkana dönüştürerek nasıl kararlı olduğunu her fırsatta gösterdiği gibi aynı zamanda da tüm dünyaya sesini duyurarak, onurlu direnişinin gerçek nedenini anlatabildi, bu her şeyden önemli bir kazanımdı kuşkusuz. Tek güzel cevap alamadığı halde, sükûnetle parkların içerisinde yaşanıldı ve direnildi. Aslında tecrit altına alınmış bir parktı Gezi Park,  orada yaşayanlar, parka uğrayıp çıkanlar, bir işin ucundan tutanlar, o hayata destek olanlar, herkes, hepimiz tecrit altındaymışız, sonradan öğrenildi. Özgürlük kelimesinin tecrit kelimesiyle ne kadar yakın ne kadar iç içe olduğuna tanık olmak, çok ilginç bir deneyim olarak hafızalarımızda yer alacak. Kim ne derse desin bu topluluk öncü kâşiflerdi. Keşfettikleriyse bir kara parçasının ya da kamusal alanın, nasıl özgürleşebildiğiydi. Özgürlüğün keşfedildiği bir yerde hiçbir şey eskisi gibi olamaz, bu insanlık tarihi kadar eski olan deneyimden ilk çıkarılacak bilgi de, böylesi bilince ulaşmış bir toplumun asla baskıyla susturulamayacağıdır, bunu ülkeyi yönetenler başta olmak üzere, ülke yönetimine talip olanların en başta anlaması ve bu yüzden, şahsi meselelerine dönüştürmeden, açık olarak irdelemek zorunda olduklarını söylemek ne kadar bana düşer bilmiyorum ama bu kesinlikle şapkanın öne koyulması gereken andır. Bu çocuklar saygıyı her şeyden çok hak ediyorlar çünkü tanımlama zorluğu çekerken komplo teorileriyle, dış güçlerin oyunu gibi servis etmek yerine, iki dakika sakin kalarak dinlenilse mesele iki dakikada çözüme kavuşacaktı ve belki bu kadar acı verici kayıpların hiçbiri yaşanmayacaktı. Bir adım iyi niyetti istenen, çok muydu? Fakat görünen o ki böylesi bir adım beklemek deveye hendek atlatmaktan zormuş. Her şeye rağmen biz özgürce yaşadık, diyerek başlayacak, bugün alanlarda yer alan çocuklar sözlerine, hatta İstanbul tarihinin en özgür günlerini yaşadı, o İstanbul’ u yaşadım, diyecekler. Böyle söyleyebilecek bir nesil yaşıyor artık, gücü elinde bulundurarak İstanbul’u yöneten kimseye nasip olmayanı yaşadılar çünkü ve kendisinden sonra gelecek kuşağa, daha onlar gelmeden seslenmeyi başardılar: Diren!

                        Otoritesiz geçen o dört-beş günlük sürede özgürlüğün ne olduğu tüm sınırlarıyla keşfedildi.  Bu keşif esnasında, hoş görülmemeleri, şiddetle bastırılmaya çalışılmaları bir yana, toplumun yıllarca nasıl yönetildiğini de gözler önüne serdiler. Oscar’lık fragmanlara dönüşen müdahaleler iktidarla, direnen eylemciler arasındaki uçurumu çirkinleştirirken, saygı yerini kitlesel imhaya bıraktı, toplumu ayrıştıran, tedirginliği arttıran kaotik bir sürecin yaşanmasına neden oldu. Öte yandan bu zamana kadar evlerimize servis edilen görüntüler ve bilgiler yığını haberlerin şaibeli ve taraflı olması bugüne kadar ki tüm haberleri, bilgi aktarımını zan altında bırakmış ve güvenilirliğinin tamamen ortadan kalkmasına neden olmuştur, ne iyi oldu. Romantik bir karşı duruşla başladı her şey, daha sonra karşılıklı erkleşmeyle Taksim kuşatmasına dönüştü, süreçte her gün yeni şeyler öğrenilerek ve deneyim elde ederek günden güne bilinçlenildi, şaşırıldı, gülündü, ağlanıldı, isyan edildi.

                         Bugün içinde olduğumuz durum üç hafta boyunca yaşananların kitleyi birbirine nasıl bağladığını anlamamızda ve yönümüzü kaybetmememiz gerektiği konusunda pusula gibi önümüzde duruyor. Kaybedilen çocuklar, yaralanan ve hayatının en değerli organlarını kaybeden çocuklar, kaybolan ve kendisinden haber alınamayan çocuklar, gözaltına alınan ve insanlıktan uzak muamelelere maruz kalan çocuklar, yani sempatik, afacan olan çocuklar, teröre bulaşmamış, hiç kimseye zarar vermemiş ama vahşi bir hayvan tarafından ısırılma pahasına özgürlük için eline taş bile almadan canavarın karşısına dikilmiş çocuklar, hayır, hiçbiri terörü desteklemedi tam tersi hepsi devlet terörüyle mağdur oldu, ne için gelecekleri için, asıl kaygı verici olan üzerlerine atılmaya çalışılan çamur değil, çamurdan arınılır, fakat bu anlayış anlaşılamaz, enikonu ciddi bir konu, kimin neye zarar verdiğini zaman bize en iyi şekilde gösterecektir. Çünkü işin doğrusu dışlanan, hor görülen, yok sayılan halklar bir araya gelerek geleceğe bir ok attı. Kimin sırtına saplanacağını hep beraber göreceğiz. İlk olayların ardından devletin bizzat emriyle polislere verilen yetki, şiddetin sapkınlaşabilen ve karşısındakinin haklarını ihlal ederek onu kitlesel olarak yok etmeye dönen olayların başlamasına yol açtı. Bunu gövde gösterisine dönüştürerek iktidarını pekiştirmeye çalışanların yaptıkları, insanlık tarihinin en utanç verici sayfalarında mutlaka yer alacaktır. Bu faşizmin belki insanlık tarihinde birçok örnekleri var fakat deneyim olarak gördük ki hiçbiri bu hükümetin aşağılık duygusuna sahip değil, hiçbiri insanları bu kadar enayi yerine koymamıştır sanırım. Yine gördük ki insanları enayi yerine koymanın gerçekte hiç sınırı yokmuş. Fütursuz şiddet sokaklarda başıbozuk sürerken işte bunları da not ettik bir kenara. Zaman içinde somut olarak elimize bir şey geçmese de kazandığımızın çok farkındayız ama kazandığımız şeyleri tarif edemiyoruz çünkü henüz birbirimizi yeterince tanımıyoruz, tanımak istiyor muyuz peki? Bu soruya dönüp durmak, bir tekrarın üzerinde etraflıca değerlendirmeler yapabilmemiz için, kazandığımız şeyleri bile çok rahat kaybedebiliriz çünkü bunun olmasını istiyor muyuz? Ben, kazandık diyordum ilk iki gün geçip Gezi Park’a girildiğinde ve kazandıklarımızı anlamlı hale dönüştürmemiz gerektiğini vurguluyordum, hala bu vurguyu yapıyorum, bu yüzden birçok soru soruyorum:

 1- Barikatlarla ilgili kaygı üzerine; 

 İlk barikatları kimler kaldırdı? 

                                            Bizim işimiz elbette barikat kurup kaldırmak, o barikatları takip etmek değil, ama böylesi zamanlarda önemli bir sorun olduğu da gerçek. Daha çok bir hamle olarak görüyorum barikatların kaldırılmasını, haklı nedenlerine saygı da duyarım elbet ama bu soruyu sormama bir mani göremiyorum. Belli ki görüşme yapılmak istenmiş hükümet temsilcileriyle ve bunun için olumlu bir adım atılmış ve barikatlar da bu yüzden kaldırılmış. Aslında Gezi Parkı’nda bu kadar süre kalmak ne kadar doğruydu bu tartışılabilir, hatta tartışılmalıdır da. Tabi nasıl kalındığıyla ilgili de konuşulmalıdır, neye dönüştüğünü de görmek gerekir, bazen bir işin işinde çok yer alınca ister istemez o işe dokunuyor insan ve ne derse desin dokunduktan sonra duygularıyla cevap arıyor kendine. Yine de kalabalık bir kitlenin sözünüzü değerlendirdiği bir ortamda kapalı kapılar arkasında, gizlilik içerisinde hareket edilmez. Böylesi tavırlar karşılıklı güveni sarstığı gibi, hoş da karşılanmaz. Barikatın kaldırılması çağrısını kimlerin aldığı, kimlerin hayata geçirdiği bu yüzden önemlidir, aksi takdirde iyi niyetli bile olunsa kitleyi manipüle eder ki bu çok daha vahim olayların yaşanmasına neden olur, keza bu hareket ideolojik olarak bir ayrımın ve ötekileştirmenin başlamasına da neden olabilir ve birliktelik duygusuna zarar verebilir, barikatların kaldırılmasıyla beraber başlayan baskın neticesinde bu tür güvensizlikler yaşanmıştır çünkü. Bu soruyu sorarak, samimi bulmadığım insanları işaret ediyorum, onları göstermek istiyorum.  

 2- Kendi heyetleriyle görüşenlerin demokrasisi üzerine;  

                                           Şiddetin meşrulaştırılmaya çalışıldığı zamanda, hükümetle görüşmeye katılan platformun Sunay Akın gibi olayları çözümleme vasfından uzak, konuşma iştahıyla sürekli saçmalayan, işin ruhuyla alakası olmayan bir şahsın ağzına bakması, böyle bir fotoğrafın içinde yer alması en az Necati Şaşmaz’ın ve Hülya Avşar’ın arabulucuymuşçasına açıklamalar yapması kadar saçmaydı.   

 3- Korku tacirliği üzerine; 

                                           Hükümetin temsilcileriyle ve şahsen Bakanlar kurulunun Başkanı’yla yapılan görüşmelerin ardından yapılan basın açıklamasında, tüm kameralar kendilerine dönükken, neden Sayın Başbakanın kendilerini dinlemediğini hatta görüşmeler esasında heyete kızarak salonu terk ettiğini söyleyip daha büyük kitleye yaşananları anlatmadılar? Neden ertesi gün Gezi Parkı’na gelerek insanlarla kapalı salonlarda konuşmak ve tartışmak yerine, kendilerini kalabalığın tepkisinden uzak tuttular? Neden yüzleşemediler?  

                      a – Konuşmaya neden cesaret edemediler?

                      b – Öncelikle kendileriyle konuşmak ve fikir alış verişinde bulunmak isteyen insanlara neden samimi davranmadılar?

                      c – Neden alınması gereken kararları aceleye getirmeye çalıştılar?  

                      Korku yaratmak, tehdit etmek ne kadar sorunluysa aynı korkuya icazet etmek ve dürüstçe bunu ifade edememek benzer şekilde sorunludur. Görünen o ki, bu görüşme yapıldıktan sonra, Taksim Dayanışma Platformu olaylarının akışını takip etmek istemiş ve görülen lüzum üzerine sadece aracı olmak tarafında yer almıştır. Biz korktuk, korkutulduk diyememek onların değerlendirmesi gereken bir durum, korkuyu beklerken pembe bir tablonun içinde yer almak da aynı derecede korkutucuydu, sanırım bilinmesi gereken durum da bu.   Başından beri bir iktidarı devirmeyi hedef alan bir itaatsizlik değildi bu, devrim yapmak ve düzeni değiştirmek hedeflenmedi, amacı insanca bir arada yaşayabilmek olan insanların kendilerince çözüm bulmak çabasından ibaretti fakat kimsenin tepkisi umursanmayınca, üstüne üstlük vurdumduymaz davranılınca bu kitle örselendi ve daha büyük bir tepkiyi dile getirmeye başladı.   İktidar bir süre Gezi Parkı’nı kendi başına bıraktı ve tüm öfkesini başta Ankara olmak üzere İzmir, Hatay, Adana, Ordu, Mersin olmak üzere Anadolu’ya çevirdi, neticesinde de Ankara ve Hatay’da, Taksim eylemlerine destek olmaya çalışan insanlar için başlatılan sivil itaatsizlik eylemlerinde iki “çocuk” hayatlarını kaybettiler, birçoğu ağır yaralandı. Çatışmalar yalnızca bir iki küçük televizyon kanalında ve daha çok yurt dışında yayın yapan haber kanallarında yer buldu kendine. Tamamen izole edilerek bir saldırı planı hayata konuldu ve gerçekleştirildi, Taksim ve çevresinde alınan olağanüstü önlemler, İstanbul’u OHAL bölgesine dönüştürdü. Özgürlük yerini cadı avına bıraktı. Şimdiyse parklardayız, oturuyoruz, sohbet ediyoruz, yaşamımızı nasıl güzelleştirmemiz gerektiğini konuşuyoruz, bir yandan da sivil itaatsizliğe devam ediyoruz, ama hayatlarımız günden güne eski halini almaya başlıyor. Sokaklarda eli sopalı insanlar, eli bıçaklı insanlar karşımıza çıkmasın, toplum çatışmalarla daha fazla zarar görmesin diye bir sessizlik olduğunu düşünenlerin sayısı da ciddi sayıda ama burada sanırım anlaşılmayan bir şey var; bu kafa karışıklığının tek nedeni şu an içinde bulunulan durumun başka bir evrede olduğudur, yoksa mücadele devam ediyor, bu kez daha bilinçli, daha samimi, öyle devam etmesini de umut ediyorum. Çözümün tek başına mümkün olamayacağının anlaşıldığını düşünüyorum, fakat herkesin tekrar kendisini gözden geçirmesi gerekiyor, özgürlük mücadelesi tek başına verilemez, kendi özgürlük talepleri için alanlara çıkan herkesin, herkes için özgürlük talep ettiği de unutulmasın. Kendisine küfür edenleri yargılamak için alanlarda kim olduğuna bakmaksızın, birlikte birbirine siper olanların yan yana geldiklerinde de birbirlerine saygılı olmaları gerekiyor. Kürt halkının özgürlük mücadelesine saygı duymak gerekiyor.  Kürt halkına kazandırılacak özgürlüklerin aslında kendi özgürlüğümüz olduğu umarım değerlendirilir. Televizyon, gazete, yerel basın ve ulusal basın araçlarıyla evlere servis edilenin aslında bir devlet politikası olduğunu çok net gördüğümüze inanıyor, yıllarca başka sıfatlarla kendilerinden uzaklaşılan halkın aslında ne kadar bize yakın olduğunu öğrendiğimizi düşünüyorum. Biber gazı bombalarına, kimyasal sıvılara, plastik mermiye kadar birçok şeye beraber göğüs gerilmedi mi? Hatta birçok Kürt çocuk, “bize” siper olacağım derken yaralanmadı mı? Şiddete maruz kalırken birden öne atılan bu insanlar alkışlanmadı mı? Güçlenmedik mi beraberken? Bir düşünelim derim önce, biz ancak birlikte hareket edersek ayakta kalabiliriz, yoksa çoğunluğun tahakkümü altında ezilip bir süre sonra tamamen sinebiliriz, ön görülen devlet politikası da bu değil mi zaten? Her birimizin özgürlüğü için dost olabiliriz, geleceği beraber inşa edebiliriz. 

                       Gezi Parkı eylemleriyle yaşamımız tamamen değişti, kimimiz daha olgunlaştı, kimimiz soru sormaya başladı, kimimizin psikolojisi bozuldu, ciğerlerimiz başta olmak üzere birçok organımız ağır kimyasal gazlara ve sıvılara maruz kaldı, artık duramayız. Devam etmeli ve birbirimizi tanımalıyız, başka türlüsünü düşünmek istemiyorum. Çevreyi bugün Taksim meydanından başlayarak nasıl korumak için uğraşıyorsak, diğer bütün alanlara da öyle sahip çıkmamız gerekiyor, savaş uçaklarının yerle bir ettiği dağlara, evlere, sokaklara, köşe başlarına, insanlara da sahip çıkalım. Artık, karşımızdaki kötülükle tanıştık, hiç tanımadığımız insanların aslında ne kadar öfkeli olduklarını gördük, dahası bu öfkelerini ne kadar basit ortaya çıkardıklarını. O yüzden bugün dünden daha çok bir arada olmalıyız, beraber olmalıyız, başka çaremiz var mı? Şimdi, eğer oturup Brutus gelecek diye beklemeyeceksek, oturup konuşalım, birbirimize karşılıklı olumlu adımlar atalım. Kin, nefret, ırk, cinsiyetçi, milliyetçi söylemlerden uzaklaşarak geleceğe bakalım. 

 ALİ AYDEMİR