Yazar: Ali Aydemir
Sanki Her şeyi Televizyon Yönetiyor
Şairin geleceği yok!
BRUTUS’U BEKLERKEN
Doğrulardan, olması gerekenlerden bahsetmek zorunda olmadığımızı düşünüyorum.Yanlışlardan, eksikliklerden söz edebilir ve üzerinde uzun uzun düşünebiliriz.
Kitleleri Gezi Parkı’ndan şiddetle çıkaran ve bir parkı insanlardan arındırdığıyla övünen bir iktidara verilecek en güzel cevap belki de budur, başlangıçta olduğu gibi kafa kafaya vermek.
Bugün, Gezi Parkı süreciyle birlikte ilk kez deneyimleşen eylemleri, duyguları, kararları gözden geçiriyoruz, kendimizi merkezi bir yerde konumlayarak, çevremizde olup bitene kulak kesiliyor, pür dikkat ne oluyor ne bitiyor anlamaya çalışıyoruz. Kendimizi bir kahraman gibi gördüğümüz an’ları unutmamız nasıl mümkün değilse, aşağılanarak, küçük düşürülerek yok sayıldığımız zamanları da hiçbirimiz yok sayamaz, yaşandı tüm bunlar ve yaşanmaya devam ediyor.
Her ne kadar parklarda bir araya gelip konuşabiliyorsak da unutulmamalı, bugün bizi biraya getiren alanlardan şiddetle, tacizle, hakaretle ve küstahlıkla uzaklaştırıldık, bu aşağılık kompleksinin medyada nasıl karşılık bulduğunu, bulmaya devam ettiğini unutmamak gerekiyor. Kamuya ait olan bir televizyon kanalının nasıl hükümetin yayın organına dönüştüğünü ve neredeyse her gün insanlık suçu işlermiş gibi yayın yaparak, kendi halkına nasıl sırtını döndüğünü sorgulamamız gerekiyor. Bu aslında böyledir, eğer özgür fikirlere inananların sayısı, meclise oylarıyla vekil gönderenlerin sayısından azsa ve demokrasiniz temsil hakkını seçim barajıyla denetliyorsa, o meclisin tüm iradeyi temsil ettiği nasıl söylenebilir ki, meclis dışında da kimse söylemiyor bunu. Bu kalabalığı anlamaya çalışmaktan uzak açıklamaların, ülkeye nasıl olumsuz bir şekilde yayıldığını görmek istemeyenlerin anlaması ve tekrar tekrar gözden geçirmelerinde yarar var, çünkü sorun temsiliyettir. Temsil edilememektir. Doğrudan bu haksızlığa karşı çıkıyor ülkenin geleceğinde söz sahibi olmak isteyen “çocuklar”. Yani demem o ki, şu an mevcut kanunlarla ülkeyi yönetenler yerine, mecliste koltuğu bulunan herhangi bir siyasi partinin iktidarı olsaydı bile tüm bunlar yaşanırdı. Bu yüzden herkesin anlaması gerekiyor, bu en başından beri bir demokrasi talebidir ve yönetimlerde söz hakkının artık kullanılmak istendiğinin çağrısıdır. Herkes gibi bu kitle de her şeyin farkında, kimsenin manipülasyonuna gelmemesi ve inandığı, aslında talep ettiği şeyin evrensel bir hak olduğunun bilincinde olmasının ürünüdür tüm yaşananlar. İktidarın bu hak ve özgürlük taleplerine kulaklarını nasıl tıkadığını görürken canı acımayan yoktur sanırım. Kimsenin anlayamadığı bu kitlenin, görmezden gelinmesi, iyi niyetle meseleye yaklaşanların tehditle, baskıyla susturulmaya çalışılması, halkın neye dönüştürülmek istediği gibi kaygı verici soruların çoğalmasına neden olurken bir yandan da şiddetin meşrulaşarak, kahraman olarak atfedilmesi, onarılamaz hasarlara, toplumun endişeye kapılmasına ve infial edilmesine neden olmaktadır.
Gezi Park’ta, açık alanda, çadırların içerisinde yaşayan çocukların, o çadırların etrafında bir hayat kurup, sosyal bir varlık olduklarını göstermelerinin altında güven vardı, bu özgüven karşılaşılan şiddete karşı saf tutarak bedenini kalkana dönüştürerek nasıl kararlı olduğunu her fırsatta gösterdiği gibi aynı zamanda da tüm dünyaya sesini duyurarak, onurlu direnişinin gerçek nedenini anlatabildi, bu her şeyden önemli bir kazanımdı kuşkusuz. Tek güzel cevap alamadığı halde, sükûnetle parkların içerisinde yaşanıldı ve direnildi. Aslında tecrit altına alınmış bir parktı Gezi Park, orada yaşayanlar, parka uğrayıp çıkanlar, bir işin ucundan tutanlar, o hayata destek olanlar, herkes, hepimiz tecrit altındaymışız, sonradan öğrenildi. Özgürlük kelimesinin tecrit kelimesiyle ne kadar yakın ne kadar iç içe olduğuna tanık olmak, çok ilginç bir deneyim olarak hafızalarımızda yer alacak. Kim ne derse desin bu topluluk öncü kâşiflerdi. Keşfettikleriyse bir kara parçasının ya da kamusal alanın, nasıl özgürleşebildiğiydi. Özgürlüğün keşfedildiği bir yerde hiçbir şey eskisi gibi olamaz, bu insanlık tarihi kadar eski olan deneyimden ilk çıkarılacak bilgi de, böylesi bilince ulaşmış bir toplumun asla baskıyla susturulamayacağıdır, bunu ülkeyi yönetenler başta olmak üzere, ülke yönetimine talip olanların en başta anlaması ve bu yüzden, şahsi meselelerine dönüştürmeden, açık olarak irdelemek zorunda olduklarını söylemek ne kadar bana düşer bilmiyorum ama bu kesinlikle şapkanın öne koyulması gereken andır. Bu çocuklar saygıyı her şeyden çok hak ediyorlar çünkü tanımlama zorluğu çekerken komplo teorileriyle, dış güçlerin oyunu gibi servis etmek yerine, iki dakika sakin kalarak dinlenilse mesele iki dakikada çözüme kavuşacaktı ve belki bu kadar acı verici kayıpların hiçbiri yaşanmayacaktı. Bir adım iyi niyetti istenen, çok muydu? Fakat görünen o ki böylesi bir adım beklemek deveye hendek atlatmaktan zormuş. Her şeye rağmen biz özgürce yaşadık, diyerek başlayacak, bugün alanlarda yer alan çocuklar sözlerine, hatta İstanbul tarihinin en özgür günlerini yaşadı, o İstanbul’ u yaşadım, diyecekler. Böyle söyleyebilecek bir nesil yaşıyor artık, gücü elinde bulundurarak İstanbul’u yöneten kimseye nasip olmayanı yaşadılar çünkü ve kendisinden sonra gelecek kuşağa, daha onlar gelmeden seslenmeyi başardılar: Diren!
Otoritesiz geçen o dört-beş günlük sürede özgürlüğün ne olduğu tüm sınırlarıyla keşfedildi. Bu keşif esnasında, hoş görülmemeleri, şiddetle bastırılmaya çalışılmaları bir yana, toplumun yıllarca nasıl yönetildiğini de gözler önüne serdiler. Oscar’lık fragmanlara dönüşen müdahaleler iktidarla, direnen eylemciler arasındaki uçurumu çirkinleştirirken, saygı yerini kitlesel imhaya bıraktı, toplumu ayrıştıran, tedirginliği arttıran kaotik bir sürecin yaşanmasına neden oldu. Öte yandan bu zamana kadar evlerimize servis edilen görüntüler ve bilgiler yığını haberlerin şaibeli ve taraflı olması bugüne kadar ki tüm haberleri, bilgi aktarımını zan altında bırakmış ve güvenilirliğinin tamamen ortadan kalkmasına neden olmuştur, ne iyi oldu. Romantik bir karşı duruşla başladı her şey, daha sonra karşılıklı erkleşmeyle Taksim kuşatmasına dönüştü, süreçte her gün yeni şeyler öğrenilerek ve deneyim elde ederek günden güne bilinçlenildi, şaşırıldı, gülündü, ağlanıldı, isyan edildi.
Bugün içinde olduğumuz durum üç hafta boyunca yaşananların kitleyi birbirine nasıl bağladığını anlamamızda ve yönümüzü kaybetmememiz gerektiği konusunda pusula gibi önümüzde duruyor. Kaybedilen çocuklar, yaralanan ve hayatının en değerli organlarını kaybeden çocuklar, kaybolan ve kendisinden haber alınamayan çocuklar, gözaltına alınan ve insanlıktan uzak muamelelere maruz kalan çocuklar, yani sempatik, afacan olan çocuklar, teröre bulaşmamış, hiç kimseye zarar vermemiş ama vahşi bir hayvan tarafından ısırılma pahasına özgürlük için eline taş bile almadan canavarın karşısına dikilmiş çocuklar, hayır, hiçbiri terörü desteklemedi tam tersi hepsi devlet terörüyle mağdur oldu, ne için gelecekleri için, asıl kaygı verici olan üzerlerine atılmaya çalışılan çamur değil, çamurdan arınılır, fakat bu anlayış anlaşılamaz, enikonu ciddi bir konu, kimin neye zarar verdiğini zaman bize en iyi şekilde gösterecektir. Çünkü işin doğrusu dışlanan, hor görülen, yok sayılan halklar bir araya gelerek geleceğe bir ok attı. Kimin sırtına saplanacağını hep beraber göreceğiz. İlk olayların ardından devletin bizzat emriyle polislere verilen yetki, şiddetin sapkınlaşabilen ve karşısındakinin haklarını ihlal ederek onu kitlesel olarak yok etmeye dönen olayların başlamasına yol açtı. Bunu gövde gösterisine dönüştürerek iktidarını pekiştirmeye çalışanların yaptıkları, insanlık tarihinin en utanç verici sayfalarında mutlaka yer alacaktır. Bu faşizmin belki insanlık tarihinde birçok örnekleri var fakat deneyim olarak gördük ki hiçbiri bu hükümetin aşağılık duygusuna sahip değil, hiçbiri insanları bu kadar enayi yerine koymamıştır sanırım. Yine gördük ki insanları enayi yerine koymanın gerçekte hiç sınırı yokmuş. Fütursuz şiddet sokaklarda başıbozuk sürerken işte bunları da not ettik bir kenara. Zaman içinde somut olarak elimize bir şey geçmese de kazandığımızın çok farkındayız ama kazandığımız şeyleri tarif edemiyoruz çünkü henüz birbirimizi yeterince tanımıyoruz, tanımak istiyor muyuz peki? Bu soruya dönüp durmak, bir tekrarın üzerinde etraflıca değerlendirmeler yapabilmemiz için, kazandığımız şeyleri bile çok rahat kaybedebiliriz çünkü bunun olmasını istiyor muyuz? Ben, kazandık diyordum ilk iki gün geçip Gezi Park’a girildiğinde ve kazandıklarımızı anlamlı hale dönüştürmemiz gerektiğini vurguluyordum, hala bu vurguyu yapıyorum, bu yüzden birçok soru soruyorum:
1- Barikatlarla ilgili kaygı üzerine;
İlk barikatları kimler kaldırdı?
Bizim işimiz elbette barikat kurup kaldırmak, o barikatları takip etmek değil, ama böylesi zamanlarda önemli bir sorun olduğu da gerçek. Daha çok bir hamle olarak görüyorum barikatların kaldırılmasını, haklı nedenlerine saygı da duyarım elbet ama bu soruyu sormama bir mani göremiyorum. Belli ki görüşme yapılmak istenmiş hükümet temsilcileriyle ve bunun için olumlu bir adım atılmış ve barikatlar da bu yüzden kaldırılmış. Aslında Gezi Parkı’nda bu kadar süre kalmak ne kadar doğruydu bu tartışılabilir, hatta tartışılmalıdır da. Tabi nasıl kalındığıyla ilgili de konuşulmalıdır, neye dönüştüğünü de görmek gerekir, bazen bir işin işinde çok yer alınca ister istemez o işe dokunuyor insan ve ne derse desin dokunduktan sonra duygularıyla cevap arıyor kendine. Yine de kalabalık bir kitlenin sözünüzü değerlendirdiği bir ortamda kapalı kapılar arkasında, gizlilik içerisinde hareket edilmez. Böylesi tavırlar karşılıklı güveni sarstığı gibi, hoş da karşılanmaz. Barikatın kaldırılması çağrısını kimlerin aldığı, kimlerin hayata geçirdiği bu yüzden önemlidir, aksi takdirde iyi niyetli bile olunsa kitleyi manipüle eder ki bu çok daha vahim olayların yaşanmasına neden olur, keza bu hareket ideolojik olarak bir ayrımın ve ötekileştirmenin başlamasına da neden olabilir ve birliktelik duygusuna zarar verebilir, barikatların kaldırılmasıyla beraber başlayan baskın neticesinde bu tür güvensizlikler yaşanmıştır çünkü. Bu soruyu sorarak, samimi bulmadığım insanları işaret ediyorum, onları göstermek istiyorum.
2- Kendi heyetleriyle görüşenlerin demokrasisi üzerine;
Şiddetin meşrulaştırılmaya çalışıldığı zamanda, hükümetle görüşmeye katılan platformun Sunay Akın gibi olayları çözümleme vasfından uzak, konuşma iştahıyla sürekli saçmalayan, işin ruhuyla alakası olmayan bir şahsın ağzına bakması, böyle bir fotoğrafın içinde yer alması en az Necati Şaşmaz’ın ve Hülya Avşar’ın arabulucuymuşçasına açıklamalar yapması kadar saçmaydı.
3- Korku tacirliği üzerine;
Hükümetin temsilcileriyle ve şahsen Bakanlar kurulunun Başkanı’yla yapılan görüşmelerin ardından yapılan basın açıklamasında, tüm kameralar kendilerine dönükken, neden Sayın Başbakanın kendilerini dinlemediğini hatta görüşmeler esasında heyete kızarak salonu terk ettiğini söyleyip daha büyük kitleye yaşananları anlatmadılar? Neden ertesi gün Gezi Parkı’na gelerek insanlarla kapalı salonlarda konuşmak ve tartışmak yerine, kendilerini kalabalığın tepkisinden uzak tuttular? Neden yüzleşemediler?
a – Konuşmaya neden cesaret edemediler?
b – Öncelikle kendileriyle konuşmak ve fikir alış verişinde bulunmak isteyen insanlara neden samimi davranmadılar?
c – Neden alınması gereken kararları aceleye getirmeye çalıştılar?
Korku yaratmak, tehdit etmek ne kadar sorunluysa aynı korkuya icazet etmek ve dürüstçe bunu ifade edememek benzer şekilde sorunludur. Görünen o ki, bu görüşme yapıldıktan sonra, Taksim Dayanışma Platformu olaylarının akışını takip etmek istemiş ve görülen lüzum üzerine sadece aracı olmak tarafında yer almıştır. Biz korktuk, korkutulduk diyememek onların değerlendirmesi gereken bir durum, korkuyu beklerken pembe bir tablonun içinde yer almak da aynı derecede korkutucuydu, sanırım bilinmesi gereken durum da bu. Başından beri bir iktidarı devirmeyi hedef alan bir itaatsizlik değildi bu, devrim yapmak ve düzeni değiştirmek hedeflenmedi, amacı insanca bir arada yaşayabilmek olan insanların kendilerince çözüm bulmak çabasından ibaretti fakat kimsenin tepkisi umursanmayınca, üstüne üstlük vurdumduymaz davranılınca bu kitle örselendi ve daha büyük bir tepkiyi dile getirmeye başladı. İktidar bir süre Gezi Parkı’nı kendi başına bıraktı ve tüm öfkesini başta Ankara olmak üzere İzmir, Hatay, Adana, Ordu, Mersin olmak üzere Anadolu’ya çevirdi, neticesinde de Ankara ve Hatay’da, Taksim eylemlerine destek olmaya çalışan insanlar için başlatılan sivil itaatsizlik eylemlerinde iki “çocuk” hayatlarını kaybettiler, birçoğu ağır yaralandı. Çatışmalar yalnızca bir iki küçük televizyon kanalında ve daha çok yurt dışında yayın yapan haber kanallarında yer buldu kendine. Tamamen izole edilerek bir saldırı planı hayata konuldu ve gerçekleştirildi, Taksim ve çevresinde alınan olağanüstü önlemler, İstanbul’u OHAL bölgesine dönüştürdü. Özgürlük yerini cadı avına bıraktı. Şimdiyse parklardayız, oturuyoruz, sohbet ediyoruz, yaşamımızı nasıl güzelleştirmemiz gerektiğini konuşuyoruz, bir yandan da sivil itaatsizliğe devam ediyoruz, ama hayatlarımız günden güne eski halini almaya başlıyor. Sokaklarda eli sopalı insanlar, eli bıçaklı insanlar karşımıza çıkmasın, toplum çatışmalarla daha fazla zarar görmesin diye bir sessizlik olduğunu düşünenlerin sayısı da ciddi sayıda ama burada sanırım anlaşılmayan bir şey var; bu kafa karışıklığının tek nedeni şu an içinde bulunulan durumun başka bir evrede olduğudur, yoksa mücadele devam ediyor, bu kez daha bilinçli, daha samimi, öyle devam etmesini de umut ediyorum. Çözümün tek başına mümkün olamayacağının anlaşıldığını düşünüyorum, fakat herkesin tekrar kendisini gözden geçirmesi gerekiyor, özgürlük mücadelesi tek başına verilemez, kendi özgürlük talepleri için alanlara çıkan herkesin, herkes için özgürlük talep ettiği de unutulmasın. Kendisine küfür edenleri yargılamak için alanlarda kim olduğuna bakmaksızın, birlikte birbirine siper olanların yan yana geldiklerinde de birbirlerine saygılı olmaları gerekiyor. Kürt halkının özgürlük mücadelesine saygı duymak gerekiyor. Kürt halkına kazandırılacak özgürlüklerin aslında kendi özgürlüğümüz olduğu umarım değerlendirilir. Televizyon, gazete, yerel basın ve ulusal basın araçlarıyla evlere servis edilenin aslında bir devlet politikası olduğunu çok net gördüğümüze inanıyor, yıllarca başka sıfatlarla kendilerinden uzaklaşılan halkın aslında ne kadar bize yakın olduğunu öğrendiğimizi düşünüyorum. Biber gazı bombalarına, kimyasal sıvılara, plastik mermiye kadar birçok şeye beraber göğüs gerilmedi mi? Hatta birçok Kürt çocuk, “bize” siper olacağım derken yaralanmadı mı? Şiddete maruz kalırken birden öne atılan bu insanlar alkışlanmadı mı? Güçlenmedik mi beraberken? Bir düşünelim derim önce, biz ancak birlikte hareket edersek ayakta kalabiliriz, yoksa çoğunluğun tahakkümü altında ezilip bir süre sonra tamamen sinebiliriz, ön görülen devlet politikası da bu değil mi zaten? Her birimizin özgürlüğü için dost olabiliriz, geleceği beraber inşa edebiliriz.
Gezi Parkı eylemleriyle yaşamımız tamamen değişti, kimimiz daha olgunlaştı, kimimiz soru sormaya başladı, kimimizin psikolojisi bozuldu, ciğerlerimiz başta olmak üzere birçok organımız ağır kimyasal gazlara ve sıvılara maruz kaldı, artık duramayız. Devam etmeli ve birbirimizi tanımalıyız, başka türlüsünü düşünmek istemiyorum. Çevreyi bugün Taksim meydanından başlayarak nasıl korumak için uğraşıyorsak, diğer bütün alanlara da öyle sahip çıkmamız gerekiyor, savaş uçaklarının yerle bir ettiği dağlara, evlere, sokaklara, köşe başlarına, insanlara da sahip çıkalım. Artık, karşımızdaki kötülükle tanıştık, hiç tanımadığımız insanların aslında ne kadar öfkeli olduklarını gördük, dahası bu öfkelerini ne kadar basit ortaya çıkardıklarını. O yüzden bugün dünden daha çok bir arada olmalıyız, beraber olmalıyız, başka çaremiz var mı? Şimdi, eğer oturup Brutus gelecek diye beklemeyeceksek, oturup konuşalım, birbirimize karşılıklı olumlu adımlar atalım. Kin, nefret, ırk, cinsiyetçi, milliyetçi söylemlerden uzaklaşarak geleceğe bakalım.
ALİ AYDEMİR