Gölgeler toplanıyor

Öğleye doğru tıpkı babamın arzu ettiği gibi abim ve abimin oğlu ile mezarlığa gittik. Mezarlıkların otlarını temizledik ve sonra da namaz için köyün eski camisine gittik, hutbe başlamıştı. İmam, köyün kuruluşuyla ilgili hikâyeler bilinmediği için herkesin farklı şeyler anlattığından söz ediyordu. Kırk atlının gelip burada mesken kurmadan önce buraların kimsesiz olduğundan, kimsenin yaşamadığı bu yerde başka mahlukların yaşam kurmuş olacağından söz ediyordu. Arada sanki gözlerime baktığını hissediyordum. Bu vaazın benimle ilgili olabileceği düşüncesiyle ön saflarda olan babamı izliyordum. Babamın boynu önündeydi düşünceli olduğunu anlamak hiç zor değildi. Kafa karışıklığı içinde imamın geri kalan konuşmalarını duyduysam bile tek kelimesini anlamadım, namaz bitince camiden dışarı çıktık. Dışarıda toplanan kalabalık için konuşulacak yeni bir konu ortaya çıkmıştı. Köyün tarihi. Hep beraber uzlaşıp, köye hatta şehre adını veren zat-ı muhteremin türbesine gelindi, dualar okundu. Kalabalığın arasından bir ses: Çoban öldü bez getir, kazma kürek tez getir, koyuna da tuz getir dedi. Pir Aziz’in Şeyh İdris’in çobanı olduğu Pir’lik makamını da Şeyhin ölmeden önce kendisine verdiğini anlatmaya koyuldu. Kalabalık bu konu hakkında konuşmayı seviyordu, daha önce anlatılmış hikâye tekrar tekrar anlatılıyordu aslında: Yaylada namazını kılan şeyh secdeye varınca birden rüya ile uyanıklık arasında kalarak ölmekte olduğunu ve dünyayı huşu içinde terk etmek üzereyken son bir gayretle Aziz’e seslenmiş ve kazma kürek alarak yanına gelmesini buyurmuştu. Koyuna da tuz. Tüm bunlar aynı anda olup bitiyordu, bir insanın köyünden yaylaya hem de secdeden henüz doğrulmadan önce yetişebilmesi mümkün değildi fakat kalabalık buna sadece inanmıyordu neredeyse tapıyordu. O an birden Ali olanın aslında ben olduğuma ikna oldum, birdenbire. Hayır, dedim. Bu hikâyenin doğrusu bu değil. Böyle olması da mümkün değil. Kalabalık beni umursamamıştı. Sesime yol vermiyorlardı, sesime alan açmıyorlardı, beni cahillikle ve çocuklukla suçlayacaklardı biliyordum fakat ısrarla ne Şeyh İdris ne Pir Aziz aynı çağda yaşamadı, dedim. Şeyh İdris Osmanlı’nın sözü geçen kadılarından biriydi. Murat Hüdavendigar’ın mührüyle işte buraya bu Karadeniz kıyılarına öyle gelinmişti. Pir Aziz’in de bir çoban olmadığını on yedinci yüzyılda Osmanlı’ya vergi ödeyen bir çobanın olmadığını, kayıt defterlerinde Pir Aziz’in Karkın Beyi olduğunu anlatmaya koyulmuştum. Kalabalık bu sözlerime itibar etmedi. Karkın mı dediler. Hayır biz Çepni’yiz. Çepnilerin sizinle yani bizimle alakası bile yok dedim. Fakat neredeyse bir hınç duvarıyla karşı karşıyaydım. Senin aklın karışmış, dediler. En iyisi sus, dediler. Bir kalabalık seni dinlemek istemiyorsa konuşarak kabalık yapamazsın, dediler. Bin tane laf ettiler. Babamın kalabalığın arasında olduğunu o sıra bacaklarıma bir sopayla vurulunca anladım. Bu kadar yeter, dedi babam. Sustum. Ama sadece bu konuyu konuşmak istiyor gibiydim. Fakat haklısın baba, diyebildim. Senin burada olduğunu bilmiyordum, bilsem asla konuşmazdım, dedim. Özürle gözlerimi yere dikerek. Halit dedenin evinin önünde bekle deyip beni oradan hızla uzaklaştırdı. Kös kös yolu tuttum. Halit dedenin evinin önünde ihtiyarların gelmesini beklerken tabakamı çıkarıp bir tütün sarıp içmeye başladım. Fındık ağaçlarına bakıyordum. Yapraklar yere düşüyordu. Gölgeler. Daha çok gölgeler, gölgeler çoğalıyordu. Kendimi korkutacak, huzursuzluğumu çoğaltacak yeni şeyler görüyordum. Sigarayı kaldırıp fırlattım. Babam sigara içtiğimi de görürse yandın ki ne yandın deyip kendimi teselli etmeye başladım. 

Bir süre sonra da babam Halit dede ve yanındaki iki ihtiyarla birlikte sohbet ederek yaklaştılar. Gözleriyle ne yapacağımı söyleyen babamın peşinden Halit dedenin evine saptık. Bizi evin önünde ağırladı. Çay içeceğimizi söyledikten sonra dün gece başımdan geçen olayları bir kez daha anlatmamı buyurdu. Yanına yaklaşıp sanki kulağına fısıldıyormuş gibi olan biteni anlattım.  

Bizim kim olduğumuz sence çok mu önemli diye sordu, önce. Evet, dedim. İnsan kim olduğunu merak ediyor.  

Yine de her şeyi öğrenemezsin, dedi Halit dede. Fakat sana söylenen hakikat içeriyor. Biz insanlara her türlü bilgi bahşedilmemiştir bazı bilgiler bizden gizlenmiştir. Öyle de kalması uygundur. Fakat tarih bu bilgilerden değil. Piraziz hakkında söylediklerin doğru mu bilemem ama Şeyh hakkında söylediklerin dosdoğrudur. O ünlü Mekke kadısıdır. Bir zamanlar Osmanlı’ya kafa tutuyordu. Dostu da vardı düşmanı da. Dostlar bugün var yarın yoktur ama bir kere düşman kazandın mı o senin hep düşmanındır. Sen olsan da olmasan da düşmanlık sürer gider. Bazen babadan oğula bile geçer. Dostlarının sözlerine kanmamalısın onlar senin duymak istediklerini söyler, küçücük bir çıkar bile bunu yaptırır onlara. Düşmanına gelince onların sözüyle asla teslim olmamalısın. Düşmanın kötü sözü kadar ehemmiyetli söz yoktur, derim her zaman fakat yanlış anlamayasın bu sözleri. O sözler eleştiridir. Eleştiriye burun kıvrılmaz, aldanılmaz da. Tartılır. Her söz tartılır oğlum. Başındaki süslü rüyaya gelince, dediğinde bu rüya değildi dedim bir kez daha. Bu bir rüyadır oğlum, dedi. Ama gerçektir. Hiç şüphem yok. Bazı büyük şahsiyetlerin göreceği bir rüya. Uyanıkken de rüya görünür. Beni hayrete düşüren şey gördüklerini harfiyen hatırlaman oldu. Böyle şeyler hep olur uyku halinde, kör rüyadır bunlar, karanlıktır. İnsanı çaresiz bırakır fakat uyanınca hiçbir şey hatırlanmaz. En kötüsünde bile sadece hissi kalır. Ben her şeyi hatırlıyorum. Ne yaşadıysam bu bana anlatmam için yaşatıldı diye düşünmekteyim. Hiç kuşkum yok, öyle kesinlikle, dedi Halit dede. Biz marangozuz. Babanı yetiştiren benim, beni de yetiştiren büyüklerim. Seni de yetiştirecek olan bizleriz. Bu yaşadıklarını görmezden gelmeyeceğiz fakat o ağacı oradan çıkarmayacağız. Korkma. Bunun üstesinden hep beraber geleceğiz. Bir keresinde buna benzemese de yaşanan bir olay olmuştu ben gençken. O gün cahildim, elimden hiçbir şey gelmemişti. Ama şimdi öyle değil. Bu sözlerinden sonra babama dönüp benim hayatım bir ağaçtan daha mı önemsiz senin için? diye soru verdim. Halit dedenin anlatmaya başladığı hikâyeyi dinlemek istemiyordum hikâyenin kötü bittiği daha ilk kelimesinden belliydi. Ne dersin? Çıkaralım ağacı o balçıktan ve aldığımız yere bırakalım. Söz her işi ben yapacağım, hiç yormayacağım seni. Sonra gider istediğin ağacı keser balçığa koyarım.  

Ben bir daha o ağaca dokunmam dedi abim. Anlattıklarıma inanmıyordu, sabah onu babama şikâyet ettiğimi düşünüyor bana sevgiden yoksun bir şekilde bakıyordu. Oğlunun bile bunları uydurmayacağını söylüyordu ağzının içinden. Üzüm asmalarında sallanan oğlunu çağırdı yanına ve şimdi izninizle kalan zamanımı ailemle geçirmek istiyorum. Başıma iş açmazsanız sevinirim, diyerek uzaklaştı. Benim için ne abimin ne de onun bedensel olarak yardımının hiç önemi yoktu. Onun böyle düşünmesine dünyada en son ben şaşırırdım. Uzaklaşması iyi bile oldu. Şimdi biz yetişkinler olarak bu sorunu çözebiliriz, diye düşünürken. Babam, hayır, dedi. Dede haklı. Bende onun gibi düşünüyorum. Bakalım gece karşılarına ben çıkınca ne olacak, madem zorları benimle onların istediğini onlara vereceğim, dedi. Halit dede, köyün en güzel sesli ihtiyarı Mehmet Ali, eski korucu Hakkı ve ben gece için büyük planımızı hayata koyacaktık. Gözlerim yaşarıyor. Müthiş bir huzursuzluk büyüyor içimde. Tek tesellim bu gece tek başıma olmayacak olmam. Buna da şükür dedim, kendime. Bir ağaçtan daha değerli olmayı neden isteyeyim ki, bir insan kendini neden bir ağaçla kıyaslasın.

Hem o ölü bir ağaç.

Ölü bir ağaç kadar bile değerim yok. Yerde çürüyen dallardan bile farkım yok. Çok kötü hissediyorum. İhtiyarların yanındayken dolan gözlerim şimdi eve bir başıma yürürken hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi hissediyordum. Galiba bir şeycik bile değilim, toz zerresi, değilim. Hiç şüphem yok her şey çok daha kötüye gidecek.

Hiç şüphem yok. 

Bugün benim son günüm olabilir. Yaşamının son gününü nasıl geçirmek isterdiniz Ali Bey? İstemezdim. Bana göre yani dünyaya gelip de iş ayrılmak kısmına gelince, kim ister ki. İnsanların ölürken ağladığı gibi için için kendi kendime coşkun nehirler gibi ağladım. Koşarak anneme sığınmak istiyorum. Bu işi babamla çözemeyeceğim gün gibi aşikâr artık. Belki annem bana yardım eder.

Eve vardığımda sıradanlığın heykeli gibi dikildim annemin karşısına. Ha devrildim ha devrilecektim. Su ister misin, dedi annem. Suyumu içtim. Sular kadar ömrün olsun diyebildim. Bana babanla aranızda kalacağım hiçbir şey anlatma. İşim var. Abin için hazırlık yapıyorum. Tarlaya gideceğim şimdi. Gördüğün her şeyi abartma. Bu söz kesinlikle abime aitti.

Yayınlayan

Ali Aydemir

Ali Aydemir. 1981 yılında İstanbul’da doğdum. Çocukluğum İstanbul’da geçti taki bir trafik kazasına kadar. 1986 yılında Çernobil bulutlarıyla beraber Karadeniz’e geldik ailemiz bir kişi eksilmiş halde. İlk ve orta öğrenimimi Giresun’da tamamladım, lise son sınıfı bir işçi olarak Fiskobirlik Entegre Tesislerinde geçirdim, o dönem işçileri yakından gözlemledim, Markizm ile tanışmam böylece ete kemiğe büründü. Sonra Niğde Üniversitesi’nde Turizm Meslek Yüksek Okulunu bitirdim. Kapadokya hayatıma inanılmaz şeyler kattı, orada büyülendim. Devlet memuru olarak Bolu’ya atandım, gitmedim. Politik bir insana dönüştüm. Turizmin bir çok departmanında çalıştıktan sonra bu sektörün ruhumla hiç uyuşmadığını fark ettim ve mesleği bıraktım, biraz dışardan işletme okuyayım dedim, serbest bir öğrenci olmayı beceremedim. Uludağ Ünversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü sınavına girdim ve Dramatik Yazarlık Ana Bilim Dalını kazandım, hakkımda açılan kamu davası nedeniyle ki vatana ihanetten yargılanıyordum, sırf askere gitmediğim için, askere alındım, okul hiç müdahil olmadı. Neyseki Antakya’da tüm hakları elinden alınmış biri olarak askerliğe başladım, Turizimci ve de sanat okulu öğrencisi olduğum için ve Antakya turistik bir yer olduğu için beni rehber olarak görevlendirdiler, 4 tane Genel Kurmay Komutanını, Suriye Genel Kurmay Komutanı’nı, Suriye Kuzey Orduları Komutanı’nı, 2. Ordu Komutanını ve bir sürü Orgenerali ve Korgenerali gezdirirken vatana ihanetten yargılanmaya devam ettim. 2. Hudut Alay Komutanlığı’nın tarihçesini yazdım bu esnada, sonra aldığım ceza belli oldu, 3 ay hapis cezası aldım, paraya çevirince terhis olabildim. Askerden sonra okula döndüm, istekle başladım ve morali bozuk bir şekilde okuldan ayrıldım. Sanat okullarının başta öğretim kadrosu ve verilen eğitim beni çok üzdü. Sanat okullarının hala bu halde olmasına çok üzülüyorum. Liyakatin olmadığı bir ülke. Çok üzücügerçekten. Geziye katıldım, Soma’da bulundum vs. İşsiz kaldım. İnsan sanat okullarına güvenmemeli. Tüm bu dönemde İstanbul şehrinin ve Ankara’nın güzel şairleriyle Duvar dergisini çıkarmaya başladık, adını ben koydum, çok sesin olduğu yerde demokrasi maalesef görkemli olmuyor, duvar dergisinden ayrılıp Natama dergisini kurduk, 3 güzel yıl geçirdik beraber sonra oradan da ayrıldım. Çünkü Natama dergisi yayın hayatına devam etmemeliydi, uzun süre yayında kalan dergilerin düştüğü tuzak çıkış manifestosunun yani kendisinin reddi anlamına gelmekteydi. Arkadaşlarımın dergi çıkarmasına seviniyorum ama keşke bunun adı Natama olmasaydı. Keşke Natama yayın hayatına son verecek kadar da cesur olabilseydi. Neyse arkadaşlarımı seviyorum. Yolları açık olsun. Sonra işte dergicilikten böylece soğumuş oldum. Şiirlerim; Natama, Sözcükler, Duvar gibi dergilerde yayımlandı. Aslında daha bir çok dergide yayımlandı ama o dergilerin adını ağzıma almadığım için buraya yazmak istemiyorum. Gerek yok. Sırf şiirlerimin yayımlandığı dergiler çok görünsün diye adlarını yazacak değilim. İlk kitabım ‘Ölü Kayalar Mezarlığı’ 2011 yılında yayınlandı. Hiç memnun olmadım. Yayınevinin adını yazmadığımdan anlamışsınızdır. Akşamdan sabaha kapak değişir mi! -gizlice değişiyor valla- hem de yazarın haberi bile olmadan, redakte bozuluyor ooo neler oluyor neler Çehov’un dediği gibi ve daha bir sürü şey! Şimdi hazırda bekleyen iki şiir dosyam var üçüncüsüne çalışıyorum ama bir gün basılırlar mı açıkcası bilemiyorum. Bu yönde hiç çabam olmadı, olur mu bilmiyorum, hele şu pandemi bi bitsin de.. Güzel bahane. İki tane tiyatro oyunum var burada paylaştığım oyun sadece okumalık onu saymıyorum. Belki roman da yazarım diyorum. İşsizim, bir iş kuryım dedim büyük zarar ettim dünya kadar borca battım, evdeyim tüm zamanımı okuyarak ve yazarak geçiriyorum. Güzel bir yazar hayatı yaşıyorum aynı filmlerdeki ve kitaplardaki gibi. Tek farkım ben tanınan biri değilim. Olur muyum hiç sanmıyorum. Keza olsam bile bunu kimse bilmez çünkü ben öyle biri değilim. Gün içinde biraz mutlu olabiliyor musunuz bilmiyorum ama her gün en azından gülümseyebiliyorsanız ne ala, herkesin işi zor. Mutlu olun diyeceğim ama yine de gülümsemeye çalışın diyeyim en iyisi, iyi günler dilerim, saygılarımla.

One thought on “Gölgeler toplanıyor”

  1. Öykünün devamını da aynı zevkle okudum. Araya serpiştirilmiş sorgulamaları tekrar tekrar okudum. Özellikle dost ve düşmanlıkla ilgili bölümü. Aklımda soru ve merakla kalakaldım, tebrik ederim.

    Liked by 1 kişi

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s