Öğretilen her şeyin Arapça olduğu ilk yüzyıl 12. yüzyıldır.
Türkçe diğer medeniyetlerden bilhassa kendi medeniyetinden
El dokumacılığı gibi ördüğü diliyle ya da köylerindeki gençlik sanayisiyle ayrılması gerekeceği yerde, merakına yenilmiş
Ve bir başka dilin cehennemine düşmüştür, anavatanın hangi mevzu bahiste kurtarıldığı tarihçiler tarafından uzun uzun kaleme alınmıştır, akademilerde uzun uzun işlenmiştir. Lakin Tarih kelimesi dahi Türkçe değildir. Türkçeyi geriye ne kadar götürebiliriz? Götürebilir miyiz değil, götürmeliyiz!
Mesela, 6. yüzyılda çobanlık yapan bir çocuğu bozkırın sesi yutan boşluğunda, Türk diye çağırsak çocuk dönüp bakar mı?
Bakmaz. Kendini Türk hissetmediğinden değil, Türkçe konuşmadığından da değil, Türk kelimesinin Araplar tarafından dillendirilen bir kelime olduğundan, hayatında hiç Arap görmemiş bir çocuğun Türk kelimesine aşina olmayacağını tahmin edersiniz, en azından 2022 kışında, iklim değişirken, Karadeniz cennetinin çölleştiği o ilk günlerde, bunu tahmin edersiniz.
Nuh’un gemidekilere dönüp: “Bir şeyler görüyor musunuz?” diye sorduğu o anın, herkesin gemiye alındığını duyurmaya yakın olduğumuz tek ana dönüştüğünü, bütün din kitaplarında okumak mümkün. Ama kuzeyde yaşayan bir dil için böyle bir tufan mümkün değil. Kum ülkelerinde ya da Afrika’da da mümkün değil. Tuhaftır, bütün Avrupa ülkelerinde bile kimse Tufan kelimesinin kökeniyle ilgilenmemiştir. Türkçeyi bu tufana kadar götüremeyiz. Çünkü Türkçe “Ölüler kalkınız” demez. Ölünün bir daha kalkmayacağını bildiği için, Mesela İskandinavlar da ölülerle konuşmaz.
Sahibiniz, gelip bu halkın kralını hiçe saymıştır, böyle denilmiştir uzun yıllar, neden Batı’ya gidiyorsunuz? İstanbul’da bir başkent Türkçeye ihanettir, böyle konuşan insanlar olmuştur uzun yıllar, soyları tükenmeden ya da din değiştirmeden önce. Duyulmuştur. Hindistan duymuştur, Pakistan, Afganistan, Türkistan doğu ve kuzey kabileleri, biri daha duymuştur, kumun içinde kara bir delik.
Selçuklu Devleti kurulduğu zaman kendilerinin Orta Asya’dan göç eden ailelere sahip olduğunu bilmiyordu. Orada birkaç kuşaktır doğup büyüyen bir halk için bu bir eleştiri değildir. Kaldı ki bir şiirin düşünen bir varlık olduğu hep bilinir, en eski temrindir bu. Aristoteles’ten çok önce de bilinirdi. Aristoteles’in Poetika’yı yazdığı yıllarda eski büyük Dionysos Dithyramboslara hiç katılmadığını kaç kişi bilir? Bu gerçek tek bir gerçekle kesişmiştir, o hiç eski tragedya izlememiştir. Poetika’yı bir tiran gibi yazmıştır. Metin okuyarak. O yüzden Sophokles’i baş köşeye koymuştur. Atina’yı yerle bir eden Euripides’i hiçe saymıştır. Eğer bir yazar veya bir ozan devrimci olabilirse ilk devrimcilerden biri sayılmalıdır Euripides, Medea! Medea! Medea! Onu Büyük Kreon’u öldürdüğü sahne için bile sevebilirim.
Diğer halkların topraklarını fethetme çabası tüm uğraşların önüne geçmiştir ezelden beri ne dil düşünülmüştür ne kronoloji, mitoloji unutulmuş, çocuklar yeni masallarla büyütülmüştür. Her halk böyle yapmıştır. Haçlı seferleri şanlı şövalyelerden neden bahseder, bu yüzden: Torunlarının da yağmacılık fikrini miras almaları için. Role ihtiyaç duymayan kimse var mı? Ticarette akılda kalan tek şey zenginliktir. Eşit bir alışveriş sayılır bu. Tarih kimin hayatta kaldığıyla ilgilenmez, onu kimin yazdığıyla ilgilenir, yani güçle.
Çocuklarına gerzek olmasın diye ejderhalardan bahsetmeyen insanlara Gergedanlardan bahsedecek değilim. Nuh’un gemisine almadığı bir hayvanın cennetteki en kutsal hayvan olduğunu aşılayacak da değilim. Gergedanların soyu tükendiğinde onlara dokunan son insanların da onlarla katledileceğini biliyorum.
-Nuh her canlının bir çiftini gemiye almıştır!
Böyle bir gemiyi hayal ediyorum, sanırım Türkiye’den büyük bir gemi olurdu bu.
Not: ‘Bu şiir, “Natama dergisi 34&35. sayısıyla raflarda”
Ali Aydemir. 1981 yılında İstanbul’da doğdum. Çocukluğum İstanbul’da geçti taki bir trafik kazasına kadar. 1986 yılında Çernobil bulutlarıyla beraber Karadeniz’e geldik ailemiz bir kişi eksilmiş halde. İlk ve orta öğrenimimi Giresun’da tamamladım, lise son sınıfı bir işçi olarak Fiskobirlik Entegre Tesislerinde geçirdim, o dönem işçileri yakından gözlemledim, Markizm ile tanışmam böylece ete kemiğe büründü. Sonra Niğde Üniversitesi’nde Turizm Meslek Yüksek Okulunu bitirdim. Kapadokya hayatıma inanılmaz şeyler kattı, orada büyülendim. Devlet memuru olarak Bolu’ya atandım, gitmedim. Politik bir insana dönüştüm. Turizmin bir çok departmanında çalıştıktan sonra bu sektörün ruhumla hiç uyuşmadığını fark ettim ve mesleği bıraktım, biraz dışardan işletme okuyayım dedim, serbest bir öğrenci olmayı beceremedim. Uludağ Ünversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü sınavına girdim ve Dramatik Yazarlık Ana Bilim Dalını kazandım, hakkımda açılan kamu davası nedeniyle ki vatana ihanetten yargılanıyordum, sırf askere gitmediğim için, askere alındım, okul hiç müdahil olmadı. Neyseki Antakya’da tüm hakları elinden alınmış biri olarak askerliğe başladım, Turizimci ve de sanat okulu öğrencisi olduğum için ve Antakya turistik bir yer olduğu için beni rehber olarak görevlendirdiler, 4 tane Genel Kurmay Komutanını, Suriye Genel Kurmay Komutanı’nı, Suriye Kuzey Orduları Komutanı’nı, 2. Ordu Komutanını ve bir sürü Orgenerali ve Korgenerali gezdirirken vatana ihanetten yargılanmaya devam ettim. 2. Hudut Alay Komutanlığı’nın tarihçesini yazdım bu esnada, sonra aldığım ceza belli oldu, 3 ay hapis cezası aldım, paraya çevirince terhis olabildim. Askerden sonra okula döndüm, istekle başladım ve morali bozuk bir şekilde okuldan ayrıldım. Sanat okullarının başta öğretim kadrosu ve verilen eğitim beni çok üzdü. Sanat okullarının hala bu halde olmasına çok üzülüyorum. Liyakatin olmadığı bir ülke. Çok üzücügerçekten. Geziye katıldım, Soma’da bulundum vs. İşsiz kaldım. İnsan sanat okullarına güvenmemeli. Tüm bu dönemde İstanbul şehrinin ve Ankara’nın güzel şairleriyle Duvar dergisini çıkarmaya başladık, adını ben koydum, çok sesin olduğu yerde demokrasi maalesef görkemli olmuyor, duvar dergisinden ayrılıp Natama dergisini kurduk, 3 güzel yıl geçirdik beraber sonra oradan da ayrıldım. Çünkü Natama dergisi yayın hayatına devam etmemeliydi, uzun süre yayında kalan dergilerin düştüğü tuzak çıkış manifestosunun yani kendisinin reddi anlamına gelmekteydi. Arkadaşlarımın dergi çıkarmasına seviniyorum ama keşke bunun adı Natama olmasaydı. Keşke Natama yayın hayatına son verecek kadar da cesur olabilseydi. Neyse arkadaşlarımı seviyorum. Yolları açık olsun. Sonra işte dergicilikten böylece soğumuş oldum. Şiirlerim; Natama, Sözcükler, Duvar gibi dergilerde yayımlandı. Aslında daha bir çok dergide yayımlandı ama o dergilerin adını ağzıma almadığım için buraya yazmak istemiyorum. Gerek yok. Sırf şiirlerimin yayımlandığı dergiler çok görünsün diye adlarını yazacak değilim.
İlk kitabım ‘Ölü Kayalar Mezarlığı’ 2011 yılında yayınlandı. Hiç memnun olmadım. Yayınevinin adını yazmadığımdan anlamışsınızdır. Akşamdan sabaha kapak değişir mi! -gizlice değişiyor valla- hem de yazarın haberi bile olmadan, redakte bozuluyor ooo neler oluyor neler Çehov’un dediği gibi ve daha bir sürü şey!
Şimdi hazırda bekleyen iki şiir dosyam var üçüncüsüne çalışıyorum ama bir gün basılırlar mı açıkcası bilemiyorum. Bu yönde hiç çabam olmadı, olur mu bilmiyorum, hele şu pandemi bi bitsin de.. Güzel bahane.
İki tane tiyatro oyunum var burada paylaştığım oyun sadece okumalık onu saymıyorum. Belki roman da yazarım diyorum. İşsizim, bir iş kuryım dedim büyük zarar ettim dünya kadar borca battım, evdeyim tüm zamanımı okuyarak ve yazarak geçiriyorum. Güzel bir yazar hayatı yaşıyorum aynı filmlerdeki ve kitaplardaki gibi. Tek farkım ben tanınan biri değilim. Olur muyum hiç sanmıyorum.
Keza olsam bile bunu kimse bilmez çünkü ben öyle biri değilim.
Gün içinde biraz mutlu olabiliyor musunuz bilmiyorum ama her gün en azından gülümseyebiliyorsanız ne ala, herkesin işi zor. Mutlu olun diyeceğim ama yine de gülümsemeye çalışın diyeyim en iyisi, iyi günler dilerim, saygılarımla.
Ali Aydemir tarafından yazılan tüm yazılar