Büyük Çin denizi diye bir şey yokmuş, bunu yıllar sonra öğrendim,
Aptal bir kutunun 1980’lerde kulağıma fısıldadığı yanlış bilgilerdenmiş o da.
-TRT spikerleri mükemmel Türkçeleri ile o günler sadece yalan söylüyordu, birçok yalan söylediler böyle, korkunç yalanlardı bunlar, hiç unutmam evde oturuyordum onlar viski içiyordu. Unutsam daha iyi. Belli ki meyhaneden kalkıp gelmişti, yine meyhaneye dönecek ve orada küfredecekti. Rahat mekanlar sonuçta meyhaneler, sürekli takıldığın bir meyhane varsa orada istediğin gibi küfredebilirsin, herkes seni hoş görür, başta meyhaneci. İnsanlığından iğrenmiş midir bilinmez, viskisini ödeyebildiğine şükrediyor mudur kimbilir. Işıl ışıl kravatı boynunda sallanırken meyhaneciye sesleniyordur ama
-Viskimi yeniler misin, buz istemem. Biraz da fındık lütfen.
Viski varsa yalan vardır kuşkusuz. Bunu da büyüyünce öğrendim, yudumlayınca viskiden. Viski sinir yapıyor bizim halkımıza o ayrı. Hırsla başka bir kişiliğe saptırıyor bizim insanımızı bu kesin-
Yıllar sonra öğrendim, internet ansiklopedileri ters yüz ettiğinde, dört deniz var şimdi aklımda, hepsine de büyük diyorlar, Güney Çin Denizi, Doğu Çin Denizi, Sarıdeniz, Sulu Denizi. Sarıdeniz aslında Sarı nehrin döküldüğü yerin ismi. Koca Çin medeniyeti bu nehrin etrafında kurulmuştur misal. O yüzden bu nehre Çin’in kederi derler. Evet. Çin aslında dünyanın en büyük kederidir. Uzaydan bile görülebilir. Jupiter’den hatta Platon’dan bile.
Dünyayı kurtarmak için uzaya çıkan Cüneyt Arkın sayesinde biliyorum bunları, uzay dediğimiz şey aslında küçük bir yer. Einstein hala meşhurdu o günler ve o uzay büyüyen, genişleyen bir yer değil diyordu inatla. Hubble ona teleskopunu verdi, al bak dedi, niye ısrar ediyorsun. Bu uzay dediğimiz şey biz konuşurken bile genişliyor. Bak şu gördüklerimiz ufacık minicik lakin büyük yıldızlar onlar, uzaklaşıyorlar bizden.
Büyük yıldızlar uzaklaşıyor bizden. Ölüyorlar değil. Uzaklaşıyorlar. Kim bilir belki o uzaklaştıkları yerde ölüyorlardır. Yıldız olmak böyle bir şey sonuçta.
Bizim evin ferdiydi Cüneyt Arkın. Kemal Sunal da öyleydi. Diğer yıldızlar ara sıra görünür giderdi. İlk teleskopum ellibeşekrandı ve yerli üretimdi. Özal böyle olsun istemişti onlar da olmuştu. Zaten bizde hiçbir şey planlı olmaz. Birileri olsun der olur. Böylesi bir milletin dünyada tanınmış bir sihirbazının olmaması düşündürücü.
Cüneyt Arkın’ı sinemada hiç izlemedim. Ferdi Tayfur’u izledim. İbrahim Tatlıses’i Bruce Lee’yi, Chuck Norris’i Cicciolina’yı. Cicciolina. Sonra kendisi diğer adıyla İtalya Meclis Üyesi oldu. İlona Staller. Yıldızların bir diğer adı daha olur mutlaka. -Cüneyt Arkın’ın da vardır. O adıyla doktordur-. Dünyada porno sektöründen politikaya atılan çok kimse olmasa gerek. Müzikte yapmış ama ben hiç dinlemedim. Yüz kuruşla Süpermen filmini sinemada izledim, hiç unutmam. Lakin Cüneyt Arkın’ın oynadığı Süpermen’i izlemek isterdim. O günler öyleydi. Sinemaya gelen filmleri izleyici kitlesi belirlerdi. Demek ki halkımız Cüneyt Arkın’a çok şükran duymamış. Niye duysun. Bakın burası önemli: Askeri darbeler parklarda içilen alkole ve pornoya hiç karışmamıştır. Niye karışsın. Böylesi bir halk Roma zamanında Kolezyum’da görülmüştür. Gayet bağımlı bir halk. Alkışla dersin alkışlar, yuhala dersin yuhalar.
Cüneyt Arkın’ı sinemada izlemedim çünkü sinemada yoktu o. Büyük yıldızlar uzaklaşıyordu, uzaklaşıyordu uzaklaşıyordu ve sadece tvler onları gösteriyordu. Bizim evde vardı bir tane şanslıydım. Otururken Cüneyt Arkın izleyebiliyordum. Ve Onun gibi bacaklarımı açarak üç santimetre de uçarak sokağa çıkabiliyordum.
Ali Aydemir. 1981 yılında İstanbul’da doğdum. Çocukluğum İstanbul’da geçti taki bir trafik kazasına kadar. 1986 yılında Çernobil bulutlarıyla beraber Karadeniz’e geldik ailemiz bir kişi eksilmiş halde. İlk ve orta öğrenimimi Giresun’da tamamladım, lise son sınıfı bir işçi olarak Fiskobirlik Entegre Tesislerinde geçirdim, o dönem işçileri yakından gözlemledim, Markizm ile tanışmam böylece ete kemiğe büründü. Sonra Niğde Üniversitesi’nde Turizm Meslek Yüksek Okulunu bitirdim. Kapadokya hayatıma inanılmaz şeyler kattı, orada büyülendim. Devlet memuru olarak Bolu’ya atandım, gitmedim. Politik bir insana dönüştüm. Turizmin bir çok departmanında çalıştıktan sonra bu sektörün ruhumla hiç uyuşmadığını fark ettim ve mesleği bıraktım, biraz dışardan işletme okuyayım dedim, serbest bir öğrenci olmayı beceremedim. Uludağ Ünversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü sınavına girdim ve Dramatik Yazarlık Ana Bilim Dalını kazandım, hakkımda açılan kamu davası nedeniyle ki vatana ihanetten yargılanıyordum, sırf askere gitmediğim için, askere alındım, okul hiç müdahil olmadı. Neyseki Antakya’da tüm hakları elinden alınmış biri olarak askerliğe başladım, Turizimci ve de sanat okulu öğrencisi olduğum için ve Antakya turistik bir yer olduğu için beni rehber olarak görevlendirdiler, 4 tane Genel Kurmay Komutanını, Suriye Genel Kurmay Komutanı’nı, Suriye Kuzey Orduları Komutanı’nı, 2. Ordu Komutanını ve bir sürü Orgenerali ve Korgenerali gezdirirken vatana ihanetten yargılanmaya devam ettim. 2. Hudut Alay Komutanlığı’nın tarihçesini yazdım bu esnada, sonra aldığım ceza belli oldu, 3 ay hapis cezası aldım, paraya çevirince terhis olabildim. Askerden sonra okula döndüm, istekle başladım ve morali bozuk bir şekilde okuldan ayrıldım. Sanat okullarının başta öğretim kadrosu ve verilen eğitim beni çok üzdü. Sanat okullarının hala bu halde olmasına çok üzülüyorum. Liyakatin olmadığı bir ülke. Çok üzücügerçekten. Geziye katıldım, Soma’da bulundum vs. İşsiz kaldım. İnsan sanat okullarına güvenmemeli. Tüm bu dönemde İstanbul şehrinin ve Ankara’nın güzel şairleriyle Duvar dergisini çıkarmaya başladık, adını ben koydum, çok sesin olduğu yerde demokrasi maalesef görkemli olmuyor, duvar dergisinden ayrılıp Natama dergisini kurduk, 3 güzel yıl geçirdik beraber sonra oradan da ayrıldım. Çünkü Natama dergisi yayın hayatına devam etmemeliydi, uzun süre yayında kalan dergilerin düştüğü tuzak çıkış manifestosunun yani kendisinin reddi anlamına gelmekteydi. Arkadaşlarımın dergi çıkarmasına seviniyorum ama keşke bunun adı Natama olmasaydı. Keşke Natama yayın hayatına son verecek kadar da cesur olabilseydi. Neyse arkadaşlarımı seviyorum. Yolları açık olsun. Sonra işte dergicilikten böylece soğumuş oldum. Şiirlerim; Natama, Sözcükler, Duvar gibi dergilerde yayımlandı. Aslında daha bir çok dergide yayımlandı ama o dergilerin adını ağzıma almadığım için buraya yazmak istemiyorum. Gerek yok. Sırf şiirlerimin yayımlandığı dergiler çok görünsün diye adlarını yazacak değilim.
İlk kitabım ‘Ölü Kayalar Mezarlığı’ 2011 yılında yayınlandı. Hiç memnun olmadım. Yayınevinin adını yazmadığımdan anlamışsınızdır. Akşamdan sabaha kapak değişir mi! -gizlice değişiyor valla- hem de yazarın haberi bile olmadan, redakte bozuluyor ooo neler oluyor neler Çehov’un dediği gibi ve daha bir sürü şey!
Şimdi hazırda bekleyen iki şiir dosyam var üçüncüsüne çalışıyorum ama bir gün basılırlar mı açıkcası bilemiyorum. Bu yönde hiç çabam olmadı, olur mu bilmiyorum, hele şu pandemi bi bitsin de.. Güzel bahane.
İki tane tiyatro oyunum var burada paylaştığım oyun sadece okumalık onu saymıyorum. Belki roman da yazarım diyorum. İşsizim, bir iş kuryım dedim büyük zarar ettim dünya kadar borca battım, evdeyim tüm zamanımı okuyarak ve yazarak geçiriyorum. Güzel bir yazar hayatı yaşıyorum aynı filmlerdeki ve kitaplardaki gibi. Tek farkım ben tanınan biri değilim. Olur muyum hiç sanmıyorum.
Keza olsam bile bunu kimse bilmez çünkü ben öyle biri değilim.
Gün içinde biraz mutlu olabiliyor musunuz bilmiyorum ama her gün en azından gülümseyebiliyorsanız ne ala, herkesin işi zor. Mutlu olun diyeceğim ama yine de gülümsemeye çalışın diyeyim en iyisi, iyi günler dilerim, saygılarımla.
Ali Aydemir tarafından yazılan tüm yazılar