
2007 yılında gösterime giren Zach Helm tarafından yönetilen Mr Magorium Wonder Emporium filminde Dustin Hoffman, Natalie Portman, Jason Bateman gibi önemli aktörler oynuyordu, film tür olarak aile, fantastik, komediydi. Hatta çocuk filmi olduğu söylenebilir. Filmde Dustin Hoffman Mr Magorium karakterine hayat veriyordu, Natalie Portman ise Mahoney karakterine. Filmin finle yakın bir sahnesinde Mr Magorium Mahoney’e sanki bir tiyatro sahnesinde spot ışıkların altında veda ederken bir tirad geçiyordu, bugüne kadar çekilen filmlerin arasında en iyi tiradlar paylaşımlarının arasına girebilecek bir tirad:

“Mr Magorium – 5. Perdede Kral Lear’ın ölümü için Shakespeare ne yazmıştı biliyor musun? “O öldü”. Bu kadar, başka bir şey yok. Ne tantana ne istiare ne de görkemli bir final cümlesi. Edebiyatın en etkili eseri edebiyatın en etkili karakterinin sonunu işte bu iki kelimeyle anlatıyordu. Shakespeare gibi bir dahi sadece “o öldü” yazmakla yetindi.
Ne zaman o iki kelimeyi okusam kendimi huzursuzlukla bunalmış halde bulurum. Huzursuzlanmak normal, biliyorum. Ama sadece o iki kelimeden ötürü değil o iki kelimenin öncesinde tattığımız yaşamdan ötürü. Ben de 5.perdenin sonuna geldim, Mahoney.
Ve senden gidecek olmamı sevinçle karşılamanı istemiyorum. Senden tek istediğim sayfayı çevir okumaya devam et. Ve diğer hikâyeye başla.
Eğer biri bana ne olduğunu sorarsa, hayatımı, bütün büyüsüyle anlatıp basit ve mütevazı bir “o öldü” sözüyle bitir.”
Dün Che Guevara’nın doğum günüydü, Che ile ilgili yazılmış yazılara gös gezdiriyordum bir arkadaşım sosyal medyadan yolladığı mesajla beni sergiye davet ediyordu. O sırada John Berger’in Bir Fotoğrafı Anlamak adlı eserinde Emperyalizmin Sureti adlı makalesinde Che Guevarı hakkında yazdığı yazıyı okuyordum:
“Guevara’nın önceki pazar Bolivya ordusunun iki bölüğüyle gerilla kuvvetleri arasında, Rio Grande’nin kuzeyinde Higueras adlı bir cangıl köyü yakınlarında yer alan çatışmada öldürüldüğünü kanıtlamak üzere 1 O Ekim 1967 Salı günü dünyaya bir fotoğraf iletildi. (Daha sonra bu köy Guevara’nın ele geçirilmesi için verilen ödülü aldı.)

Cesedin fotoğrafı, Vallegrande kasabasında bir ahırda çekilmişti. Ölü, bir sedyeye, sedye de beton bir çeşme yalağının üstüne yerleştirilmiş ti. Önceki iki yıl içinde “Che” Guevara efsaneleşmişti. Nerede olduğunu kesin olarak kimse bilmiyordu. Kimsenin onu gördüğüne değgin tartışma götürmez bir kanıt da yoktu. Ama varlığı sürekli kabul ediliyor ve anımsatılıyordu. Guevara -“dünyada bir yerde” ki gerilla üssünden Havana’daki Üçkıta Dayanışma Örgütü’ne gönderdiği son bildirisinin başında on dokuzuncu yüzyıl devrimci şairi Jose Martf’den bir dize alıntılıyordu: “Acıların vaktidir şimdi ve yalnızca ışığı görmek gerekir.” Sanki kendi ağzıyla açıkladığı ışığın içinde Guevara görünmez, her yerde hazır ve nazır bir duruma gelmişti. Artık öldü. Sağ kalma olasılığı, efsanenin gücüyle ters orantılıydı. Efsanenin durdurulması gerekiyordu. New York Timies, “Ernesto Che Guevara, şimdi artık muhtemel göründüğü gibi, Bolivya’da gerçekten öldürüldüyse, bir insanla birlikte bir mit de huzura kavuştu,” diye yazıyordu. Guevara’nın hangi koşullarda öldüğünü bilmiyoruz. Ama ölümünden sonra cesedine yaptıklarına bakarak, eline düştüğü insanların kafa yapısı hakkında bir fikir edinebiliriz. Önce sakladılar cesedi. Sonra sergilediler. Sonra, bilinmeyen bir yerde adsız bir mezara gömdüler. Sonra kazıp yeniden çıkardılar. Sonra yaktılar. Ama yakmadan önce, daha sonra teşhis edilebilsin diye, parmaklarını kestiler. Bu bize onların, öldürdükleri kişinin gerçekten Guevara olduğundan kuşkulandıklarını düşündürebilir. Aynı biçimde bundan hiç kuşku duymadıklarını ama cesetten korktuklarını da düşündürebilir. Ben ikincisine inanmaya yatkınım. 1 O Ekim ‘de yayımlanan fotoğraftan amaç, bir efsaneye son vermekti. Bununla birlikte, gören pek çok kişi üzerinde fotoğrafın etkisi çok değişik olabilir. Anlamı nedir bu fotoğrafın? Bu fotoğraf tamı tamına ve gizemsiz bir biçimde şimdi ne anlama geliyor? Kendi açımdan ben, bunu ancak temkinli bir biçimde çözümlemeye girişebilirim. Guevera’nın bu fotoğrafıyla Rembrandt’ın Dı: Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi adlı tablosu arasında bir benzerlik var.

Profesörün yerini kalıp gibi giyinmiş, burnunu mendiliyle örten albay almış. Onun solundaki iki kişi kadavrayı profesörün solunda, en yakınında duran iki doktor gibi, aynı yoğun ama duygusuz ilgiyle seyrediyorlar. Rembrandt’ın tablosunda daha çok sayıda figür olduğu doğru -tıpkı Vallegrande ‘deki ahırda da fotoğrafa girmeyen daha birçok kişinin bulunması gibi. Ama cesedin yukarıdan kendisine bakan kişilerle ilişkisi açısından yerleştirilişi, cesetteki evrensel dinginlik havası -bunlar birbirine çok benziyor. Bu da şaşırtıcı olmamalı, çünkü iki resmin işlevleri benzerdir: Her ikisi de resmi ve nesnel olarak incelenmekte olan bir cesedi sergilemeyi amaçlamıştır. Bundan öte, her iki resim de ölüyle ders vermeyi amaçlar: biri tıbbın ilerlemesi için, öteki de siyasal bir uyarı olarak. Ölülerin, kıyımdan geçirilenlerin, binlerce fotoğrafı çekilmiştir. Ama bu durumların resmi gösteriye dönüştüğü pek olmaz. Doktor Tulp, koldaki lifleri göstermektedir; söyledikleri her insanın normal kolu için geçerlidir. Elinde mendil tutan albay, kötü şöhretli bir gerilla liderinin-“ulu Tanrı” tarafından yazılmış- son yazgısını sergilemektedir ve söyledikleri, o kıtada bulunan tüm guerrillero’yu kastederek söylenmiştir. Fotoğraf, başka bir imgeyi de düşündürdü bana: Mantegna’nın şimdi Milano’da Brera’da bulunan Ölü İsa tablosu.

Beden, gene aynı yükseklikten, ama bu kez yandan değil de ayaklardan görülmektedir. Eller aynı yere yerleştirilmiş, parmaklar aynı hareketle bükülmüştür. Bedenin alt kısmındaki örtü kırışmış, tıpkı Guevara’nın kanla ıslanmış, düğmeleri açık, hâkî pantolonu gibi duruyor. Baş, aynı açıyla yukarıya doğru kaldırılmış. Ağız, gene aynı ifadesizlikle kaymış. İsa ‘nın gözleri kapanmış, çünkü yanında yas tutan iki kişi var. Guevara’nın gözleri açık, çünkü yasını tutan yok: yalnızca elinde mendil tutan albay, bir ABD istihbarat ajanı, birkaç Bolivyalı asker ve gazeteciler. Gene, bu benzerlik bizi şaşırtmamalı. Suçlu ölüleri uzatıp sergilemenin pek de fazla yolu yok.
Ancak bu kez benzerlik, hareketlerdeki ya da işlevdeki benzerliğin de ötesine geçiyor. Akşam gazetesinin ilk sayfasında rastlantıyla bu fotoğrafı gördüğüm zaman duyduklarım, tarihsel imgelem gücümün yardımıyla, çağdaş bir Hıristiyan’ın Mantegna’nın resmine göstereceğini varsaydığım tepkiye çok yakındı. Bir fotoğrafın etkileme gücü görece kısa ömürlüdür. Şimdi fotoğrafa bakarken, ilk baktığım zamanki dağınık duygularımı yeniden toparlayabiliyorum ancak. Guevara İsa değildi. Milano’daki Mantegna resmine bir daha bakarsam, Guevara’nın cesedini göreceğim o tabloda. Ama bunun tek nedeni, çok az rastlanan bazı durumlarda bir insanın ölü-mündeki trajedinin, onun tüm yaşamının anlamını tamamlaması ve örneklemesidir. Guevara konusunda
ben bunun böyle olduğunun çok farkındayım; belli bazı ressamlar da İsa konusunda aynı şeyin farkındaydılar. Duygusal çakışmanın derecesi bu kadar. Guevara’nın ölümü üzerine yorum yapanlardan çoğunun yanılgısı, onun yalnızca askerlik becerisini ya da belli bir devrimci stratejiyi temsil ettiğini sanmak oldu. Bu nedenle onlar bir terslikten ya da yenilgiden söz ettiler. Ben Guevara’nın ölümünden doğan kaybın, Güney Amerika’daki devrimci hareket açısından ne anlam taşıdığını değerlendirecek durumda değilim. Ama Guevara’nın, yaptığı planların ayrıntılarından çok öte bir şeyi temsil ettiği ve etmeye devam edeceği kesin. O, bir kararı, bir sonucu temsil ediyordu.” John Berger’in 1968 yılının Ekim ayında kaleme aldığı yazısı devam ediyor. Ama yazısını 1968 yılında sona erdirmiyor. Çünkü Che Guevara’nın ölümüyle çekilen bu fotoğrafı düşünmeye devam ediyor. Hayatını kaybettiği 2 Ocak 2017’ye kadar da bu fotoğrafı ara sıra düşündüğüne eminim. Bir Fotoğrafı Anlamak üzerine yazdığı Metis Yayınlarından çıkan bu değerli kitap bu süreci nasıl titizlikle analiz ettiğini anlatan ve bir fotoğrafa nasıl baktığını aslında bir fotoğrafla nasıl düşündüğünü anlatan çok önemli bir yapıt. Akademik çevreyi fotoğraf sanatını düşünme yönünde olumlu etkilerle etkilemiş bir kitap. Bir fotoğrafa nasıl bakmamız gerektiği sorunsalı bugün de hayatımızda devam eden bir sorunsal. Özellikle bir fotoğrafın güzel sanatlardaki yerini tartışırken hem kendisine hem Susan Sontag gibi yazarlara atıfta bulunmamak neredeyse imkânsız. Fotoğrafın ifade sanatlarından biri olma yönünde düşünceli soruları titizlikle ele aldıkları için tarihin her döneminde mutlaka kendilerinin düşüncelerinden yararlanılacaktır. İsteyen bu iki yazarın fotoğraf üzerine yazdıkları kitaplara ulaşabilir ve okuyabilirler. John Berger’den son bir fotoğraf alıntısıyla kitabın büyüsünü okuyucuya bırakarak bu konudan biraz uzaklaşayım böylece bugüne de bir köprü atmış olayım:
“Fotoğraflar belirli bir durumda hayata geçirilen insansal bir seçimin tanığıdır. Fotoğrafçının tanık olduğu belirli bir hadiseyi ya da gözüne çarpan belirli bir nesneyi kaydedilmeye değer bulduğuna ilişkin kararının sonucudur fotoğraf. Eğer, etrafta var olan her şeyin sürgit fotoğrafı çekilseydi, bunların her biri anlamsız olurdu. Bir fotoğraf ne hadisenin kendisini ne de görüş yeteneğini yüceltir. Fotoğraf zaten kaydettiği hadise üzerine bir iletidir. Bu iletinin aciliyeti olayın aciliyetine bütünüyle bağımlı değildir; ne var ki tam anlamıyla bağımsız da sayılmaz. En yalın olarak ileti, Bunu görmenin kaydetmeye değer olduğuna karar verdim, şeklinde deşifre edilebilir.”
Teknolojinin yaşamımızdaki işlevi arttıkça fotoğraf çekimlerinin sayısının doğrudan artması gibi bir sonucu doğurdu. Az çekilen fotoğrafların yerini her an çekilen fotoğrafların yerine bırakması sosyal medya kullanımının bir etkisi elbette. Bunu doğal buluyorum. Bu fotoğraf paylaşımları sayesinde Platon’un mağarasından kafamızı çıkarıp biraz olsun etrafa bakıyor ve yaşamlarımız hızla değişiyor. Kesinlikle ön yargılı değilim. Hatta bunun mağara yaşamındaki dedikodular gibi faydalı olacağını bile düşünüyorum. Kıyıda köşede sessizce işlenecek suç artık bir şekilde fotoğraflar veya kamera görüntülerine girebiliyor. Bu konuda toplumlarda duyarlılık nesnesi haline dönüşebiliyor. Burada devletlerin ya da diktatörlerin halkı dikizlemesi yine demokrasilerin mağaradan yönetildiğini bizlere hatırlatıyor olması başka bir konu. İnsanlığın demokrasilerini mağaralardan çıkarma zorunluluğu acil ihtiyaçlarımızdan bir tanesi. Bu konuda gözü pek demokrasi mücadelelerini hızlandırarak devam ettirilmesi gerekiyor. Sağlıklı bir demokraside fotoğraf nesnelerin yeri sanatsal bir kimliğe dönüşecektir.
Dün arkadaşım bir arkadaşımın sergisine davet etmişti. Okuduğum metni bitirip sergiye gittim. Neslihan Erzincan Özgür’e ait olan serginin başlığı “Görü(lü)yorum o halde varım” adını taşıyordu.


Böyle sergilerin büyük şehirlerde daha farklı olduğunu biliyorum. Özellikle metropol şehirlerimizde. Ama Anadolu’nun birçok şehrinde böyle şeyler ne yazık ki yok. Giresun’da Can Akengin Sanat Galerisi’nde düzenlendiğini belirtmeliyim bu serginin. Giresun Anadolu’nun birçok şehriyle benzerliği olan bir şehir. Ya aynıdır ya da daha kötü. Kıyaslama yapacak yeterlilikte olduğumu sanmasam da öyle bir gerçeklik var. Serginin teması sosyal medyaydı. Sanatçı arkadaşımızın imzasını bu görsel sergisinin düşünüş şeklini de sergiliyor.

Sergi fotoğraflardan ve video art çalışmasından oluşuyor. Giresun’da bir sergide video art görmekten memnuniyet duyduğumu belirtmek isterim. Böyle çalışmaların artacağını düşünmek sergiyi gezerken aldığım keyfin en önemli parçasıydı açıkçası. Sergisinde daha önce de çalışmalarını gördüğüm Yaren Özün Apaydın’a ait bir resim de yer alıyor.

Yaren Özün Apaydın genellikle yüzsüz insanlar çiziyor, insanların ruhlarını bulduklarından belki yüzlerine de kavuşacaklarını düşünüyordur. Amedeo Modigliani gibi belki Yaren Özün Apaydın da insanların ruhlarını gördüğünde yüzlerini çizecektir. Bu tarz düşünceler beni mutlu ediyor. Bir resme baktığım zaman şiir okumuş gibi bir hissiyat yaşıyorum. Düşünmeme katkılar sunduğu için de böyle çalışmaları çok seviyorum.
Can Akengin hak ettiği değeri bulamamış ve yerel kalmış bir şair. Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü kitabında yer verdiği Giresunlu şairlerden biri. Ben kendisinin çok tanınmadığını düşünüyorum. Yazımı onun bir şiiriyle bitireceğim falan iki cümle daha etmek isterim kendisi hakkında. Onun şiirleri yazdığı tarihler açısından avangart şiirlerdir. Hatta Nazım Hikmet şiirinde yaptığı yeniliği Can Akengin’in de yaptığını söylemek yerinde olacaktır. Mizacı ve fıkraları açısından da değerli bir simadır Can Akengin. İsminin verildiği Can Akengin Sanat Galerisi böyle bir bakımsızlığı hak etmiyor bunu belirtmek isterim. Bu yazıyı okuyan belki Giresunlu sanatçı arkadaşlarım olabilir. Onlara da bir çağrım olsun. Lütfen böyle bir tarihi dokuya çivi çakmayın bir iş bölümü yapın o panoları temizleyin, yenileyin. Galeri demek kolay lakin çağdaş bir galeride olması gereken hiçbir şey içeride mevcut değil. Arkadaşımız Neslihan Erzincan Özgür imkansızlıklar içinde bir tv kutusunun içinden duvara projeksiyon yansıtmak zorunda kalıyor. Bu gibi eksiklikler sanat üretimlerini engeller, galeri için çaba gösterilmeli ve teknolojik olarak desteklenerek geliştirilmeli. Çünkü bu galeri bildiğim kadarıyla Giresun’un tek galerisi. Lütfen, herkese iş düşüyor. Bunu söylerken şunu da belirtmek isterim. Bir Giresunlu olarak bu galeriyi geliştirmek için bir şeyler yapmak istenirse katkı sunacağımı duyururum. Bu katkı sosyal ve sanatsal bir katkı olacaktır, haliyle kazanımı ekonomik olacaktır. Arkadaşım Neslihan Erzincan Özgür’ü tebrik ediyorum ve yeni çalışmalarını görmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

Pelikanların Şarkısı
Biz,
İncirle ceviz
gibi çiçeksiz
Meyve verenlerdeniz.
Süzümüz yok, şatafatımız yok
Gündelik şanlarda,
Hele şu dış alanlarda
oynatacak atımız yok.
Papucumuz delik,
Olsun… çamur tıkar.
Değerimiz bir metelik
etmesin, ne çıkar.
Yoksulla ikiz
biz,
Sırayı kardaş,
Kürsüyü haşhaş
bilenlerdeniz.
Biz ki en
kör çeşmelere tutarız da tası,
O, halis Londra doldurması
viskiden
tatmayız.
Göze gözyaşı katmayız.
At…mayız, efendiler, ayartmayız.
Salt
En yad
ellerde bile
gücümüzden kile kile
incirle ceviz
gibi çiçeksiz
meyve verenlerdeniz
biz!
Can Akengin