
Söz konusu Stalin dönemi Sovyetler Birliği olunca ‘daha’ dikkatli olmak ve genellemelerden mümkün olduğunca uzak durmak gerekiyor. Çünkü Stalin eleştirilerinin popüler olanları hep batı tarafından burjuva perspektifiyle yaygınlaşmıştır, daha teknik siyasi eleştiriler de Troçkistler ve Anarşistler tarafından yapılmış veya Anti Stalinci gruplar tarafından dillendirilmiştir. Bürokratik despotizmi eleştireceğiz diye burjuva argümanlarına sığınmak doğru değil ne geçmişte ne şimdi ne de gelecekte olacağı gibi. Sadece Stalin yöntemleri değil, Lenin’in yöntemleri de doğru olmayabilir. Stalin’e Leninizm’in yönetimsel açıdan sıkı bir devam ettiricisi değil demek ne kadar doğru olabilir ki? Ama Stalin batının yakaladığı iyi bir argümandır. Lenin olsa belki o da bu kadar katılaşabilirdi. Lenin dönemi çok farklıydı, yeni bir sistem barışçıl dış siyaseti zorunlu kılıyordu, sistemi kurmak ve inşa etmek için daha yumuşak bir geçişe ihtiyaç duyuluyordu. Stalin, birçok siyasetçiyi, gazeteciyi, yazarı, şairi ve sanatçıyı işçi sınıfının düşmanı ilan edip düzmece mahkemelerde baskı altında alınan itirafnamelerle öldürmesine rağmen ya kahraman olarak anılmış ya da diktatör olarak büyük tepkilere maruz kalmıştır. Ama işte oradan yani Sovyetler Birliği’nden kaçan yazar ve sanatçılar gittikleri ülkelerde muhalif olabilmişler midir? Amerika’ya gidenler mesela? Hiroşima’ya atılan bombalarla ilgi ne yapmışlardır veya McCarthy dönemiyle ilgili siyasi bir tavır sergileyebilmişler midir? Veya Fransa’ya kaçanlar Fransız hükümetinin kolonyalist, katliamcı dış politikalarıyla ilgili bir şeyler söyleyebilmişler midir? Ya da Endonezya’da Suharto’ya, Şili’de Pinochet’ye, Kongo’da Mobutu’ya, Vietnam’ın Diem’ine, Portekiz’in Salazar’ına, İspanya’ya, Küba’ya, Arjantin’e ve buralarda devam etmiş olan katliamlara ve diktatörlüklere karşı ne yapmışlardır, mesela ne demişlerdir? Bunların her biri çok önemli sorular. Hem bu sorulara cevap vermek gerekiyor hem de eleştiriyi kendi doğası gereği sürdürmek veya gündeme getirmek gerekiyor. Kaldı ki birçok olay veya aktarılmış birçok hikâye birbirinden farklı şekilde kulaktan kulağa dolaşabiliyor, hatta kitaplar arasında yerini alabiliyor. Bu aktarımlar şehir efsanesi bile olabiliyor. Tabi bazıları hariç. Mesela bir şair bir diktatörün karşısına geçer ve ayağa kalkıp şiirle diktatörü alt eder, desem, heyecanlanmaz mısınız? Doğru ya da yanlış olduğunu bile düşünmek istemezsiniz, diye düşünüyorum. Bu tavrın büyüleyici yanı gerçekten ağır basar, gerçeğin yalanlarından fırlamış bir hikâye diye düşünülür en fazla. Ya bu şiir Shakespeare şiiriyse? Yazının başlığını “Shakespeare Stalin’e Karşı” diye atabilirdim. Ama bunun yerine daha evrensel bir başlık tercih etmeyi uygun buldum, “Shakespeare Diktatörlere Karşı”
Brendan King, Shakespeare’in Stalin’le Savaşı, Boris Pasternak üzerine, düştüğü notlarında Stalin’in, Nobel ödüllü yazar ve şair, aynı zamanda müzisyen ve besteci de diyelim, Boris Pasternak’ı yozlaşmış bir yazar olarak aşağıladığından söz ediyor. 1930’lardaki büyük temizlik esnasında Boris Pasternak, Shakespeare’in eserlerini Rusçaya çevirmek gibi cesurca bir karar almıştır. Kendisi Puşkin’le beraber en iyi Shakespeare çevirmenidir. Haliyle herhangi bir etkinlikte Shakespeare şiiri okuması olası ve normaldir. Fakat bu durum bazen spekülatif şeylerin çıkartılmasına neden olmuştur. Brendan King’e göre:
1948 yılında Sovyetler Birliği Churchill’in ünlü “Demir Perde” konuşmasına karşılık vermek amacıyla Sovyetlerin 20 önemli şairine “Halklara Demokrasi ve Kalıcı Barış” için “Kahrolsun Savaş Çığırtkanları” temalı bir dörtlük yazmaları emredilir. Bunların arasında Boris Pasternak da vardır.
Şairler istenilen dizeleri yazarlar. Onları okumak için büyük bir kalabalığın beklediği Moskova Teknik Müzesi’nde hazır bulunurlar. Pasternak’ta burada hazır beklemektedir. İzleyicilerden biri de Britanyalı diplomat Max Hayward’dır. Hayward olayı şöyle anlatır:
“20 şair de o gün oradaydı. Etkinliğe roman yazarı Boris Gorbatov başkanlık ediyordu. Yazdığı şiiri okuması için sahneye ikinci olarak Boris Pasternak çağırılınca seyirci çılgınca sevinip, alkışladı. Salonda öyle müthiş bir heyecan ve uğultu vardı ki Gorbatov seyirciyi susturmak için önündeki zile defalarca basmak zorunda kaldı. Herkes merakla Pasternak’ın ne okuyacağını beklerken, Pasternak herkesi şaşırttı. Bir propaganda dizesi okumak yerine Shakespeare’in 66. sonesinin Rusça çevirisini okudu. Partinin etkinliği yerle bir olmuştu. Gorbatov hemen etkinliğe ara vermek zorunda kaldı. Partinin perspektifi yıkıma uğramıştı.”
Hayward’a göre o akşam Pasternak’ın yerinde bir başka şair olsaydı ya hapse atılırdı ya da idam edilirdi. Ancak Stalin Pasternak’a bir şey yapmadı. Pasternak da bu sayede Doktor Jivago romanını bitirebildi, Rusya’dan kaçarak İtalya’da romanını yayımlattı. Rusya dışında büyük bir üne kavuştu. Stalin’in Pasternak’ı neden affettiği ya da cezalandırmadığı bilinmiyor.
Stalin’in Pasternak’ı ciddiye almadığı söyleniyor, Pasternak’ı bulduğu her fırsatta aşağıladığı yazılıp anlatılıyor. Bu ne kadar doğru bilinmiyor ama bu konu hakkında yeterince aktarım söz konusu ve Boris Pasternak’ın ülkeden kaçtığı da söz konusu olunca neredeyse doğru diye düşünüyor insan. Stalin’le Boris Pasternak’ın arasının yakın arkadaşı Osip Mandelstam’ın ölüme gönderildiği süreçte koptuğu biliniyor. Stalin’in Osip Mandelstam için Boris Pasternak’ı arayıp onu sorguladığı telefon görüşmesinde küçük düşürücü ifadeler kullandığı ve Boris Pasternak’ın konuşmanın sonunda:
Stalin’e “Sizinle uzun süredir konuşmak istiyordum” dediği, buna karşılık Stalin’in kızgın bir tavırla, “Ne diyeceksin?” dediği ve Boris Pasternak’ın “Yaşam ve ölüm hakkında” dedikten sonra Stalin’in telefonu kapattığı söyleniyor.
Diktatörlerin ortak özelliği özgür sanattan nefret ediyor olmalarıdır, her fırsatta bunu dile getirmekten çekinmezler. Stalin ve parti Pasternak’ın eyleminin neden bu kadar yankı bulduğuna şaşırıyorlar. Buna bir neden bulamıyorlardı. Onlara göre bu davranış deli saçmasıydı.
Burada Pasternak’ın Shakespeare sonesini tercih etmesinin sebeplerinden biri okunacak dizelerin Churchill’e karşı istenmiş olması olabilir, ikisi de İngiliz çünkü, diğeri de Marksistlerin Shakespeare’i dönemine göre ilerici bulması olabilir. Ama bu olayın yankı bulmasının esas nedeni Pasternak’ın kimsenin beklemediği bir şey yapmasıdır. Bunu hem partiye hem de Stalin’e rağmen yapmış olmasıdır.
Bu olayın birçok farklı anlatımı olduğunu hatta bazen bu olayın gerçekte olup olmadığını sorgulamamıza neden olacak kadar karışık olduğunu da ekleyelim. Boris Pasternak’ın bu gece ile ilgili hiçbir konuşmasının ya da yazısının olmaması aslında olayın hiç olup olmadığı konusunda düşünmeye zorluyor insanı, her ne kadar bu olayı aktaran kişilerin güvenilirliğine şüphe olmamasına rağmen neden böyle bir olaydan Pasternak hiç söz etmiyor? Belki de bu soruların cevabı henüz çevrilmeyen eserlerin, söyleşilerin ya da notların içinde bulunuyor. Bu olaya benzer bir olayı Alberto Manguel şöyle anlatıyor, olayın ne zaman olduğuna ve hangi tarihte olduğunu belirtmeden, ona göre bu olay Moskova’da resmi yazarlar konferansında geçiyor. Sovyet Yazarlar Kongresi’ni kastediyor olmalı. Manguel’e göre Pasternak o konferansa katılmakla katılmamak arasında kaldıktan sonra toplantıya katılmış, bu defa konuşmakla konuşmamak arasında kalmış, rejimin ağır baskısı yüzünden uzun süre ikilemde kalmış yani, bu konferansta üç gün boyunca hiç konuşmamış, en sonunda arkadaşları çok ısrar edince üçüncü gün çıkıp Shakespeare’in 32. sonesini okumuş: “Benim ömrüm bitince hâlâ yaşıyorsan sen,
Hoyrat ölüm gömünce kemiklerimi yere,
Talihin cilvesiyle bir göz atmak istersen
Ölmüş dostundan kalan zavallı dizelere,
Karşılaştır hepsini bugünkü yapıtlarla:
Çok gerisindedirler ustaca yazanların:
Onları şiir diye değil aşk için sakla:
Katına çıkamazlar bahtiyar ozanların.
İçinden geliyorsa bana söyle şunları:
“Güçlenseydi dostumun Esin Perisi hele,
“Yaratısı aşardı aşkından doğanları.
“Allı pullu yürürdü yüksek rütbelilerle.
“Ama o öldü, yeni ozanlar ondan üstün:
“Onlarda sanat dostta aşk okuyorum bugün.”
Bana bu olayı ilk önce Cevat Çapan hocamız anlattı, hatta bana mutlaka 30. soneyi İngilizce olarak ezberlememi söyledi. Batı’da 30. sonenin okuma tiyatrosu olarak seyirciyle iç içe ezbere okunduğunu söylemişti.
George Steiner, olayın 1937 yılında Sovyet Yazarlar Kongresinde, gerçekleştiğini söylüyor. Arkadaşlarının, konuşursan seni tutuklarlar, konuşmazsan da itaatsizlikten tutuklarlar, diye uyardığını söylüyor. Her konuşma “Yoldaş Stalin’in sayesinde, büyük önder Stalin’e şükranlarımızla” gibi cümlelerle başlayıp bitiyormuş. Salonda iki bin kişi varmış. Üçüncü gün arkadaşları bak bir şey söylemezsen Stalin seni perişan eder, çık ve bir şeyler söyle, diye uyarılarına devam etmişler. (Burası Alberto Manguel’in anlattıklarıyla uyumlu.) Pasternak üçüncü gün çıkıp 30. soneyi okumuş ve soneyi okumaya başladığında salondaki iki bin kişi ona eşlik etmiş. “Bu o zamana kadar sisteme verilmiş en kalabalık cevaptır, iki bin kişinin aynı anda katıldığı ortak bir tavırdır ve bu kitle hep bir ağızdan ‘Shakespeare’i yok edemezsin, Rus dilini yok edemezsin, biz Pasternak’ın kalbinden geçen şeyleri anlıyoruz ve onun yanındayız, onu tutuklayamazsın’. George Steiner bu olayın böyle yorumlanması gerektiğini düşünüyor ve ekliyor: Boris Pasternak işte bu sebepten ötürü tutuklanmamıştır.
Bazen geçmiş günlerden kalanları anarım
Bir araya gelince hoş sessiz düşünceler;
Aradığım şeylerin yokluğuna yanarım,
Gönlümü yitenlerle çektiğim yaslar deler:
Yaş bilmeyen gözlerim boğulur da yaşlara
Ölüm gecesindeki sevgili dostlar için,
Depreşir yüreğimde nice kapanmış yara,
Yitip gitmiş yüzlere inlerim için için.
Geçmiş yaslar yeniden beni yürekten vurur,
Acıları saydıkça bir bir, içim kan ağlar;
Gönlüm eski dertleri anıp çile doldurur.
Borcum bitmemiş gibi yine keder borcum var.
Ama, sevgili dostum, seni andım mı yeter:
Bütün yitenler döner, bütün acılar biter.
Yazının sonuna geldik. Bu yazımı okumak için zaman ayıran dostlardan 66. soneyi de okumalarını öneriyorum. İngilizce bilenlerin şiiri İngilizce bilmeyenlerin Türkçe çeviri ile okumasını öneririm.

One thought on “Shakespeare Diktatörlere Karşı”