Natama 38-39 raflarda..

Natama dergisinin 38&39. sayısı çıktı.

Natama Nisan – Eylül 2023 birleşik sayısı olarak raflarda yerini alıyor.

Sabit Kemal Bayıldıran, Yahya Kemal’i değerlendirdiği yazı serisine “Yahya Kemal’i ‘resmi ideoloji’ açısından okumak” başlıklı yazısıyla bu sayıda devam ediyor. Bu sefer odakta Yahya Kemal’in resmi ideoloji ile ilişkisi var.

Ümit Güçlü ise şiir, şair ve şiir tarihi arasındaki ilişkiyi post-truth örneklemeleriyle “Hakikat sonrası şiir (1): Kanı sulandırmak” yazısında irdeliyor. Şairin kendi dönemi kadar şiir tarihine de eğilmesi, ondan beslenmesi, ona borcunu ödemesi vurgusu öne çıkıyor.

Gökhan Bakar “Araziyi Düzleştirmek: Gülten Akın Şiirinde Ortaklığın İnşası” üzerine kitabın yazarı Hasan Turgut’la söyleşti. Gülten Akın şiiriyle ilgili ilginç tespitlerin yer aldığı söyleşinin güzergâhını şiir, sosyoloji ve tarih şekillendiriyor.

Bu sayının çeviri dosyası konuğu Amerikalı şair Amiri Baraka. Şaire dair bir değerlendirme yazısıyla açılan dosya Baraka’nın şiirlerinden Özge Özbek’in yaptığı çevirilerle bir şiir seçkisi de sunuyor.

Natama bu sayının görsel dosya sayfalarında Cem Sorguç’u ağırlıyor. Yakın zaman önce yıkılan Karaköy Katlı Otoparkı’ndan görsellerle oluşturulan dosyanın adı umut verici bir cümle “Bu da Geçer Ya Hû”.

Kitap değerlendirmelerinde Canan Yaka “Kendine mesafe alan şiirin gerçekliği” başlıklı yazısında Sena Türkmen’in “II. Kambises Taktiği” kitabını, Enis Akın “Önce Şiir Olmak” adlı yazısındaysa Süreyyya Evren’in “Houdini’den Sonra Ölüm” kitabını değerlendirdi.

Bu sayının şairleri Aysu Akcan, Betül Tarıman, Emin Metin, Gökhan Bakar, Murat Çelik¬¬¬, Canan Yaka, Enis Akın, Betül Aydın, Mehmet Öztek, Ercan y Yılmaz, Ersun Çıplak, Ali Aydemir, Ümit Güçlü, e. irem az, Hasan Rua, İsmail Güney Yılmaz, Yusuf Koşal, Oğuzhan Kayacan ve Umut Cemal.

Ekim sayımızda görüşmek üzere, merhab.

Natama Nerelerde:

https://www.shopier.com/ShowProductNew/products.php…

Natama 38-39.Sayı Nisan-Mayıs 2023 (dergikapinda.com)

Odak Kitap satış noktaları

Kadıköy Mephisto, Beşiktaş Mephisto, Beyoğlu Mephisto/ İstanbul

Robinson, Beyoğlu/ İstanbul

Pandora, Beyoğlu/ İstanbul

Ganya Sahaf, Kadıköy/ İstanbul

Kitapsan Kitabevi, Karahan Kitabevi/ Adana

Kitapsan Kitabevi / Mersin

Dost Kitabevi/ Ankara

Yakın Kitabevi/ İzmir

Leylim Kitap Kafe/ Ağrı

Kitapkurdu Sahaf/ Antalya

Fahrenheit 451, Eskişehir

Adımlar, Eskişehir

Gölge, Çanakkale

Moz Art Kültür Kafe, Urfa

www.natamadergi.com

Hint Tiyatrosu*

Hint Tiyatrosu İçin Girizgah:

Giriş: Doğu-Batı Ayrımından Hint Düşüncesine

Batılı bir insanın Doğu’ya bakışıyla Doğulu bir insanın Batıya bakışı arasında fark olduğu gibi, Doğulu bir insanın Doğu’ya bakışı da farklılık gösterir. Doğu ile Batı arasındaki farklılığın kesin mahiyetini ortaya koymadan Doğu sanatı hakkında konuşmak eksik bir değerlendirmeye yol açacaktır. Batı içinse durum biraz daha farklıdır. Tarihsel süreçte, insanlık tarihi ve düşüncesi veya sanatın bizatihi kendi Batılı perspektif üzerinden teorize edilmiştir. Bu perspektif, Antik Yunan’dan günümüze kadar ana akım düşünce modellerinde varlığını koruya gelmiştir. Doğu denilince esas itibariyle Asya anlaşılır; keza Batı denilince de Avrupa anlaşılır. Mesela Batı ya da Avrupa düşüncesi dediğimizde bir bütün olarak Amerikalılar ve Avustralyalılar da buna dahil olarak Avrupa toplumlarına özgü düşünceyi anlarız. Fakat Doğu ya da Asya dediğimizde bir bütün olarak Doğu toplumlarını anlamayız. Orada sınıflandırmalar yapmak zorunluluğu ile karşılaşırız. Doğu birbirine yakın olduğu kadar uzak, uzak olduğu kadar daha da uzak kültürlerin ve toplumların yaşadığı büyük bir coğrafyadır; dinleri, gelenekleri, kültürleri, ekonomileri, tarihsel süreçleri birbirinden farklılık gösterir. Bir Doğu ya da Asya “ırkının” -bir Avrupa “ırkının” var olup olmadığına ilişkin olarak söz konusu edilmiş olan kısıtlı ölçülerde bile- varlığından söz edilemez. Doğu’da, aralarında çok daha büyük etnik farklılıklar bulunan pek çok halk topluluklarının yer aldığı, çok daha geniş bir bütün söz konusudur; bu bütün, her biri kendine özgü ve net karakteristiklere sahip kültürel birimlerden oluşmaktadır. Gerçekte bir Batı uygarlığının var olmasına karşılık olarak bir Doğu uygarlığı yoktur. Birden fazla Doğu uygarlığından ise söz edilebilir. Dolayısıyla bu uygarlıklardan söz ederken her biri için özel şeyler söyleme zorunluluğu vardır. Fakat her şeye rağmen, biçime temelden ya da anlamdan daha az ağırlık verildiğinde, bu uygarlıklarda -bir Batı zihniyetinin karşılığı olan bir Doğu zihniyetinden söz edebilmek için- yeterince ortak ögenin ya da daha doğrusu ortak ilkenin var olduğu görülebilir. Asyalı tanımı ise neredeyse sadece Çin’e karşılık gelir; diğer uygarlıklar için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.

İslam uygarlığına bakıldığında ise; birçok coğrafi ve kültürel bölgeye yayıldığı görülmektedir. Zaten Müslüman unsurların dışında, Avrupa’nın doğusunda ve hatta Avrupa’ya komşu bölgelerde bulunan halklar çoğunlukla Doğulu olarak kabul edilmez. Coomaraswamy’e göre Hint coğrafyasına bakıldığındaysa, Hint düşüncesinin Bir Doğulu ile onun daha çok karşıtı olan ve en azından düşünce açısından ari bir Batılının temel karakterlerine sahip olan bir Orta Doğuluyu ya da Yakın Doğuluyu birbirine karıştırmadığı görülür.

 Doğu kültürlerinin farklılıklarından, klasik önyargılarından, kadim halklar arasındaki ilişkilerden, kronoloji sorunlarından, dilbilimden burada söz etmeyeceğim; fakat bütün bu konu dışı bırakılan bağlamlar etkili bir analiz yapabilmek için elzemdir. Nasıl Aristoteles’in Poetika kitabını anlamamız için düşünürün diğer eserlerini ve dönemin toplumsal yapısını okumak gerekiyorsa ya da Mevlana’nın tüm dünyada çok satanlar içinde olan, hatta Fars edebiyatının zirvesinde yer alan Mesnevi’sine bakarak Mevlana hakkında konuşamazsak bu durumda böyledir. Doğu düşüncesini anlamadan sanatından söz edilemez.

Doğu’yu, Avrupa’ya kıyasla içinde bulundukları coğrafi bölgeleri Yakın Doğu, Orta Doğu ve Uzak Doğu olarak üç büyük bölgeye ayırırız. Bu ayrılan bölgeleri ifade ederken bir Hintli bu bölgeleri şu şekilde üçe ayırır: Yakın Doğu tüm İslam alemi içerir; Orta Doğu’yu temel olarak Hint oluşturur, Uzak Doğu’yu ise Çin ve Hindi-Çin oluşturur, daha sonra Uzak Doğu’ya Japonya gibi ülkeler eklemlenir. Burada Japonya Batı’ya en yakın olan hatta ona en çok benzeyen olarak kabul görür.

Hint düşüncesini anlayabilmek için metafizik ile ilahiyat ilişkisinin kurulması gerekir. Bir Batılı için hayret edilecek bir şey bir Hindu için sıradandır. Batılı bir düşünür metafizik hakkında konuşurken çoğu zaman Hint’i düşünmez. Oysa metafizik Hint demek bile olabilir, tüm kültürü, dinleri, inanışları bu metafizikten ibarettir bile denilebilir. Sembolizm bile Doğu’da, Batı’da olduğundan daha sürekli bir kullanım halinde olmuştur. Bu durum gündelik dilin dahi ne kadar zengin olduğunu gösterir.

Hint düşüncesinin eşdeğerine, Hint’in dışında ender olarak rastlanılır. Ya da başka bir ifadeyle, başka yerde batıni bireysel, olağanüstü olarak kabul edilen şeyler, Brahmanizm’de ve Hint’te normal, umumi, müşterek şeyler olarak görülür. Bu tür kavrayışlar hiçbir yerde Hint’te olduğu kadar yaygın değildir. Bunun en önemli nedeni Hindu birliğinin saf geleneksel karakteridir.

Hint Sanatı ve Hint Tiyatrosu

Hint tiyatro tarihinden bahsetmeden önce şunu belirtmek isterim: Hindistan’daki tiyatro icrası şarkı söylemek, dans etmek ve rolün temsilinin birbirinden ayrılmadığı organik bir bütündür.  Hint tiyatrosunda konu; hareketler, konuşmalar, elbiseler ve aktörün kendisini role uyarlamasıyla sergilenir. Bu dört ögeden ilk üçü büyük ölçüde teamüle uygun olarak icra edilir. Dördüncüye gelince, sadece aktörün görüntüsü makyaj veya maskelerle değiştirilmekle kalınmaz. Hint eserlerine göre, aktör temsil ettiği duygulara kapılıp kaybolmaz, fakat daha ziyade sahnede kendi vücudu tarafından icra edilen bir kukla gösterisinin sürekli ayık olan oynatıcısı durumunda olmalıdır, oyuncunun kendi hislerini sergilemesi sanat olarak kabul edilmez.  Sahne üzerine kaleme alınmış ilk eser olarak kabul edilen klasik eser Natya Shastra Hindistan’daki tiyatro hakkında şu ifadelere yer verir:

İster kendi yurtlarında olsun, isterse dışarıda, hayatın nefeslerinde olsun, meleklerin her türlü faaliyetleri akli olarak (fiziki değil) meydana gelmektedir; insanlarınki ise şuurlu, iradi çabalarla ortaya konulur. Bu sebeple, insanlar tarafından yapılması gerekenler teferruatlı bir şekilde izah edilirler.

(Natya Shastra, II, 5)

Sadece bir öz ve irade mevcuttur. Ve bu öz ve irade, bunu arzulayan ve içinde bütün iyilikleri taşıyan kişiyle aynileşecektir, bütünleşecektir, özdeşleşecektir. Bu herhangi bir mahluk hakkında söylenemez. Disiplin ve iradenin nihai uyumuna doğru yönelince, sanatçı gittikçe kaidelerin daha az farkında olacaktır ve sanatçı için seziş ile icraat hemen hemen aynı anda gerçekleşecektir. Fakat, nasıl ki bir dil ustası, sürekli olarak dille ilgili ilmi eserlere bakmaksızın konuşabildiği halde yine de dilbilgisi kurallarından zevk alıyorsa, bir sanatçı da her safhada kurallardan haz duyacaktır. Tabiatın çokluğunun tekrar bir düzene sokulması sanatın özünde vardır ve işte bu anlamda sanatçı “bütün mahlukları Tanrı’ya dönmeye hazırlar”.

Hindu sanatı teorisinde en önemli terim “tat/lezzet” anlamına gelen Rasa‘dır. Estetik tecrübe bu anlamda lezzetin (rasâsvâdana) ya da basitçe tatmanın (svâda) tadılması olarak ortaya çıkar. Rasa kelimesi burada tadın içsel eylemine atıfta bulunarak kullanılmaktadır. Bu kelimenin bu anlamdaki kullanımı, işin yüzeysel zevkinden ve güzelliğinden ayırt edilmelidir.  Coomaraswamy’ye göre rasa, yalnızca saf bilincin yüceltilmesinde mutlak değerlerin doğuştan bilgisine sahip olanlar tarafından estetik deneyimle ilgili olarak deneyimlenir. Saf estetik deneyim aynı zamanda Brahma (Brahmasvadana sahodarah) deneyiminin (âsvadyâte) ikiz kardeşidir; burada hayat, bölünmezliğin içkin bir yönü olarak dünyevi ışık parlamasıdır.

Hindu sanatında saf estetik deneyim, en yüksek bilinç düzeyinde entelektüel bir coşku içinde sezgisel olarak bilinen ideal güzellik bilgisine aittir. Bu saf estetik deneyim seviyesi, “Hareketsiz Cennete” (Brahmaloka) uygun saf statüdedir. Coomaraswamy için din ve sanat bu nedenle tek ve aynı deneyimin isimleridir, gerçeklik ve kimliğin sezgisidir. Bu yalnızca Hindu görüşü değil, diğer gelenekler tarafından da ifade edilmiştir.

Böyle bir metafizik birlik anlayışı çoğunlukla kutsal alandaki (sacratum) geleneksel bakış açısından yansıtılır. Bir kutsal alan her zaman dünyanın merkezindedir (axis mundi) ve içinde yaşayan kişi, zaman ve mekanın belirsizliğinden korunur; çünkü kutsal alan, Tanrı’nın insana sunduğu “burada” ve “şimdi” dir. Bu bakış açısından tapınak, “daire” ve “kare” sembolizmini açığa çıkararak anlaşılır ve mantıklı olanı birleştirir. Tapınakta önceden tasarlanmış dünyanın merkezi, tapınağın dikdörtgen biçiminde sembolize edilir ve bu kare veya dikdörtgen form, esas olarak cennetsel bir dünyanın dairesel formuna karşıdır. Kare, bu dünyanın olumlu ve sabit yönlerini temsil ederken, daire ilahi, kutsal ve göksel ilkeleri temsil eder. Herhangi bir geleneğin kutsal mimarisi, dairenin kareye dönüşümünün temel temasının bir gelişimi olarak görülebilir. Çember, değişmeyen göksel dünya ve yeniden ürettiği hareketle, kare ise değişken yeryüzüyle ilişkilidir. Daire ve kare arasındaki bu sembolik ilişki, Hindistan’ın kutsal mimarisinde hakimdir. Başka bir deyişle, Hindu tapınağının oluşumunda, anlaşılır ve duyulur dünyanın, yani noumena ve fenomenlerin metafizik ve manevi birliği olarak görülebilir. Hindu tapınağının temel planı bu nedenle dünyadaki ilahi ve kutsal varlığın bir sembolüdür.

Mimari, İlahi Öz’ün sabit ve sabit yönünü temsil ederken, dans bu özün hareketli ve dinamik yönünü yansıtır. Shiva‘nın dansı Hindu sanatında önemli bir rol oynar. Shiva‘nın en büyük isimleri arasında Dansçıların Efendisi Nataraja vardır. Shiva’nın tüm danslarının arkasındaki temel fikir bir ve aynıdır: ilkel ritmik enerjinin tezahürü. Başka bir deyişle, dansın ana motifi kozmik faaliyettir. Shiva‘nın dansı, Tanrı’nın faaliyeti olarak kabul edilen kozmosun üretimini, korunmasını ve yok edilmesini ifade eder. Kutsallığı kozmosun dönüştürücüsü olarak temsil eden Shiva, Shiva‘nın hareketsiz bedeninde dans eden Shakti tarafından hareket ettirilir. O halde dans eden Shiva imgeleri Tanrı’nın niteliklerini sergiler; çünkü Tanrı tüm biçimlerin ötesindedir.

Tiyatro sanatında lokavrtta-anukarana (dünyanın asli mahiyetini ortaya koyan) gibi tariflerle karşılaşılır. Yine de sahnede sergilenmesi gereken Avasthana’dır (“haller” veya “hissi durumlar”). Sanatçı, bir kahramanı, Rama’yı veya bir başkasını canlandırırken, canlandırdığı model Anuyarka gibi olmalıdır. Coomaraswamy’ye göre, Çin’de Hsieh Ho’nun 3. Kanununda “Tabiata (wu) göre şekil yap” dendikten sonra hsing-ssu (şekil benzerliği) ifadesi de aynı şekilde, sanatı “tabiatın taklit edilmesi” olarak tarif etmektedir. Bunu Zeami’nin “dans ve müzik sanatlarının tamamen taklitten (monomane) ibaret olduğu” sözüyle destekler. Buradaki taklit şekilsel bir benzerlik üzere tariflenmemiştir. Asya sanatı, görünüşte (ens naturata) değil, hareket (faaliyet) konusunda Tabiattaki gibidir (natıra naturans). Çin wu-hsing ve hsing-ssu’sunda, tabii şekillerin doğru bir şekilde esere aktarılması suretiyle dış görünüş (hsing) değil, sanatçının zihnindeki fikir (i) veya içinde mevcut olan ilahi ruh (shen) ya da hayat nefesinin (Ch’i: tanrının insana hayat vermek için üflediği nefes, ruh) ortaya konulduğuna/temsil edildiğine dair kitaplardaki pasajlar kanıt olarak gösterilir.

Hint dramının ve özellikle Sanskrit dramın doğuşu birçok Hindolog ve Hint edebiyatı tarihçisinin dikkatini çekmiştir; çünkü Doğu ülkelerinin dramatik biçim ve kompozisyonlarındaki ortak özelliklerin bazıları Doğu tiyatrosunun kuşkusuz ilk örnekleri olan Hint dramatik modellerinden alıntılara işaret ediyor gibidir. Burma, Siyam, Mayam, Endonezya ve Seylan’ın dramatik edebiyatında Hint etkisi güçlü bir biçimde hissedilir.

Tiyatro sanatının kökenine ilişkin teoriler dramatik geleneğin popüler ve halk temelini saptarlar ve bu sanatın dinsel ihtiyaçlardan çok dünyevi olanlardan kaynaklandığını söylerler. Klasik Sanskrit oyunun karakteristik özellikleri, popüler kökeni üzerinde durulduğunda, ilkel zamanlardan beri Hindistan’da gelişen halk dramının birçok türüyle yakın bağlantılar gösterir. Bu biçimler içinde kuklacılık, dramın ilk biçimiyle çok güçlü bağlara sahipmiş gibi görünmektedir.

Hillebrant ve Konow Sanskrit dramın evriminde destandan önce ya da onunla aynı anda ortaya çıkan popüler bir mim oyununun olabileceğine dikkati çekmişlerdir. Burada sözü edilen mim oyunu Kathakali’dir. Kathakali formu 17. yüzyılda Hindistan’ın Kerala eyaletinin güneybatı kıyı bölgelerinde ortaya çıkmıştır; ancak kökenleri antik danslar ve ritüellere kadar uzanmaktadır. Temsiller on saate kadar sürmektedir. Konular Purana’nın bölümlerinden, Mahabharata ve Ramayana‘dan alınmıştır. Kathakali oyunu genellikle köy tapınaklarında, ışıklarla aydınlatılan ve çiçeklerle süslenmiş tapınakların ön avlusunda festivalin bir parçası olarak oynanır. Form olarak kendini koruyan ve günümüzde de icrası devam eden Kathakali’yi  görmek mümkün:

Kathakali dance drama of Kerala: https://www.youtube.com/watch?v=SAGvpo6Z2eY

Hint dramının belli başlı dili Sanskritçedir. Hindistan’da Sanskrit edebiyatın ortaya çıkması İÖ. 1500 ile 1000 arasındadır. Dualar ya da ilahilerden oluşan Rig Veda (Hindu dini metinlerinin en kadimleri ve yetkilileri olan dört Veda’nın en eski ve en önemli metni). Uzmanlar göre Rig Veda aynı zamanda Hint-Avrupa edebiyatının en eski belgesidir. İçeriğine bakıldığında Rig Veda’nın uzun bir süreçte derlendiği anlaşılmaktadır. Rig Veda’nın derlenme tarihine yönelik olarak farklı görüşler ortaya koyulmuştur. Max Müller’den itibaren bilim dünyasında, Rig Veda’nın İÖ 1500-1200 yılları arasında bir dönemde derlendiği fikri genel kabul görmüştür. Kimi Hintli bilim insanına göre ise metinde geçen birtakım astronomik verilere dayanarak çok daha önceki bir tarihi İÖ 4000-3000 tarihini önermektedir.) Fakat dram için daha önemli olan iki büyük destan Mahabharata (Bharataların Büyük Savaşı) ve Ramayana’dır (Rama’nın Yolculuğu). Mahabharata Ramayana’ya göre daha uzundur. Cemil Meriç bu bağlamda “Mahabharata Hint edebiyatının Ganj’ı. Hint şiirini besleyen de o, Hint masalını da” der. Mahabharata dünyanın en büyük destanıdır; yaklaşık yüz bin beyittir. Hindistan’da “Mahabharata’da olmayan bir şey yoktur; bir şey Mahabharata’da yoksa hiçbir yerde yoktur” denir. On sekiz bölümden (parvan) oluşan destanda Harivamsha (Tanrı Hari’nin /Vişnu/ soyağacı) başlığı ile bir de ek bölüm vardır. Destanda sözü edilen olayların ve savaşın tarihsel gerçeği tartışılmaya devam etmektedir. Destan, Kuzey Hindistan’da modern Delhi yakınlarında Hastinapur’da geçen bir saltanat mücadelesini anlatır. Hikayede Pandavalar erdem ve doğruluğun, Kauravalar ise erdemsizlik ve kötülüğün temsilcisi olarak tezahür eder. Destan, Hastinapur kralının ölmesi ve yerini dolduracak iki prensten büyüğü olan Dhritarashtra’nın doğuştan kör olması nedeniyle krallığın kardeşi Pandu’ya geçmesiyle başlar. Ancak,Pandu bir lanet dolayısıyla baba olamamaktadır. Bunun üzerine Pandu’nun karısı Kunti tanrılara kendisine çocuk vermeleri için yakarır ancak, tanrılardan doğacak çocukların Pandu’nun ismiyle anılmasını da ister. Sonuç olarak Kunti, Dharma’dan Yudhishthira’yı, Vayu’dan Bhima’yı ve İndra’dan Arjuna’yı doğurur. Pandu’nun diğer karısı Madri ise ilahi ikizler Asvinlerden (Aşvinler) Nakula ve Sahadeva’yı doğurur. Bu beş kardeşe sözde babaları Pandu’ya nispetle Pandavalar (Pandu’nun oğulları) denir. Bu arada kuzenleri olan Dhritarashtra’nın oğulları Kauravalar ise yüz erkek kardeştir bir de kız kardeşleri vardır. Pandu’nun ölümünden sonra kuzenler arasında düşmanlık baş gösterir ve uzun yıllar farklı hikayeler yaşandıktan sonra iki aile arasında büyük bir savaş başlar. Nihayetinde savaşı Krişna’nın yol göstericiliğinde Pandavalar kazanır; bütün Kauravalar yok edilir. Ancak, galip taraf da büyük zayiat verir; öyle ki Pandavaların tarafında yalnızca beş Pandava kardeş ve Krişna hayatta kalır. Bir avcının Krişna’yı geyik sanarak yanlışlıkla vurmasından sonra beş kardeş, Draupadi ve kendilerine katılan bir köpekle (kılık değiştirmiş adalet tanrısı Dharma birlikte İndra’nın cennetine doğru yola çıkarlar. Yolda birer birer ölürler; yalnızca Yudhishtira cennetin kapısına varır. İnancının ve sadakatinin sınanmasından sonra Yudhishtira ebedi mutluluğa ermek üzere kardeşleri ve Draupadi ile tekrar bir araya gelir, onlara düşmanları Kauravalar da katılır.

Asıl hikaye destanın yaklaşık beşte birini kapsar. Şiirin geri kalanı çok çeşitli mitler ve efsanelerden söz ettiği gibi hac yerlerinin betimlemelerini de ihtiva eder. Tüm bu ana hikaye ve mitlerin yanında Mahabharata, Hinduizm’in gelişimini ve destanın derlenmesi sürecindeki diğer dinler ile ilişkisini ortaya koyar. Destanın şekillendiği süreç bir yandan Vedik kurban kültünden mezhepçi Hinduizm’e geçiş dönemine denk gelirken bir yandan da Hinduizm’in -kimi zaman dostça, kimi zaman düşmanca Budizm ve Jainizm ile ilişki kurduğu bir döneme rastlar. Destanın farklı bölümleri çeşitli inançları yansıtır. Örneğin, Krişna’nın Vişnu’nun avatarı sureti nde tezahür ettiği Narayaniya (on üçüncü bölüm içinde) Bhagavad Gita (altıncı bölüm içinde), Anugita (on dördüncü bölüm içinde) ve Harivamsha gibi kısımlar erken Vaişnavizm (Vişnuculuk) teolojisinin önemli kaynakları olarak kabul edilir. Hepsinden öte Mahabharata, Dharma’nın (doğru davranış kanunları) ortaya koyulduğu bir metindir. Kralın, savaşçının, felaket zamanlarında yaşayan kişinin, mokşayı (mutlak kurtuluş/özgürlük) arayan bireyin doğru davranış tarzı bu metinle verilmek istenir. Mahabharata ve Ramayana’nın her ikisi de tarih, efsane ve mit karışımıdır.

Hindistan’da ilk dramın ne zaman ortaya çıktığını belirlemek her iki destan incelendiğinde de ortaya çıkmaktadır. Ritüeller ve her türlü eğlenceler ilk zamanlardan beri yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Kronoloji bir Doğu sorunudur. Bu kayıtsızlık yüzünden kesin sonuçlara varmak zordur. Hint destanlarının içeriklerinden dolayı Antik Yunan destanlarına benzerliğinden dolayı sanki Batı’dan Doğu’ya yayılım olduğu düşünülmüştür bu düşünce son derece dayanaksız bir düşüncedir.

Oyunlar, birçok öğeyi birbirine karıştırdığından, oldukça karmaşıktır. Kahramanlık ile sıradanlık, yüce ile olağan yan yanadır. Sanskrit oyunlarının uzunluğu bir perdeden on perdeye kadar değişir. Geçerli kurallara göre, tek bir perdenin olayları yirmi dört saatlik bir zaman dilimiyle sınırlıydı. Diğer yandan, aynı oyunun birbirini izleyen perdeleri arasında geçen zaman bir yıldan fazla olamazdı. Olaylar sahnede geçemezdi ama olaylar dizisinin anlaşılmasına bölümler arasına yerleştirilen ara oyunlar fırsat verirdi. Aksiyonun geçtiği yer sık sık değişir, hatta yeryüzünden gökyüzüne kadar çeşitlilik gösterirdi. Toplumsal oyun, kahramanlık oyunlarına benzer ama olaylar dizisi ve oyun kahramanı tümüyle düşseldir ve bir kral hiçbir zaman oyunun başkarakteri değildir. Günümüze gelen Sanskrit oyunlar çoğunlukla bu iki türdendir: Kahramanlık oyunları ve Toplumsal oyunlar.

Araştırmacılar, Avrupa tiyatrosundaki bütün soytarıların Hint Viduşaka’sından türediğini ifade ederler. Bu bağlantı tiyatro sanatının kökeniyle ilgili olarak kukla oyunundan ayrı olarak bağlantı kurmamıza olanak sağlayan bazı önemli ortak özellikler vardır. Soytarı halk oyununun ayrılmaz bir parçasıdır. Çoğu zaman, uzun ve ciddi bir oyun sürerken seyircinin yardımına yetişir ve onu komik bir çehreyle yüz yüze getirir. Bütün ülkelerin kukla oyunlarında soytarı vazgeçilmezdir, şakaları ve nükteli sözleriyle seyirciyi eğlendirmenin yanı sıra, sahne geçişlerini anlatmanın da temel aracıdır. Çeşitli ulusların en meşhur komik tiplemelerinin bazıları kukla oyunundan alınmıştır. Hint Viduşaka’sının diğer ülkelerdeki karşılıkları Yunanistan’da Mimos, Java’da Semar, Türkiye’de Karagöz, Almanya’da Hanswurst, İngiltere’de Punch, İtalya’da Policinelle, Çekya’da Kasper gibi… Hepsinin çirkin, küstah, kendini beğenmiş, obur, çekingen ve kaba olmak gibi o kadar çok ortak niteliği vardır ki tümünün köy yaşamına hatta ya da kötü ulusal özelliklere ilişkin belirli nitelikleri yansıttığı düşünülebilir. Bu komik karakterler aynı zamanda bu ülkelerin ulusal eserlerinden alındığı için tiyatro sanatı ve kukla oyunu arasındaki karşılıklı etkileşim göz ardı edilemez. Ama Richard Pischel daha da ileri gider ve bütün bu komik figürlerde gözlenen nitelik benzerliklerinin ortak bir kaynağa dayandığı inancını zorunlu kıldığını ve kukla sanatının bir taraftan Hindistan’dan doğu ve kuzey Asya ülkelerine taşınmasının, diğer taraftan ise Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine yayılışının bunu doğruladığını ileri sürer.

Hint ifade tarzı idiyomatiktir; yani husisi tabirlerle doludur. Fakat bu ifadelerin sunuluş şekli evrenseldir. Sanskrit oyunlarının en eskileri Bhasa’nın İS. 2. ya da 3. yüzyıl arasındaki on üç yapıttır. Bunlardan en iyi bilinenler Vasavadatta’nın Düşü ve Carudatta’dır. Sanskrit dramının en iyi yapıtlarından biri sayılan Küçük Kil Araba adlı oyun ise geleneksel Hindu sınıflandırmasına göre toplumsal bir oyundur. Bilinen Hint oyun yazarları içinde Kral Harşa’nın eserleri daha çok bilinir bu eserlerden bazıları: İnci Gerdanlık, Kaybolan Prenses, Yılanların Sevinci’dir. Bir diğer oyun yazarı olarak bilinen Bhavabhuti’nin Büyük Kahramanın Öyküsü, Rama’nın Sonraki Yaşamı, Çalınmış Düğün, Visakhadatta, Rakşasa’nın Mühür Yüzüğü adlı oyunlarıdır.

Hint dramı dışsal ve tensel olandan çok, duygusal ve tinsel olanla ilgisinden dolayı gerçekçi sahneleme uygulamalarından kaçınmıştır. Bu dramın tinsel özü, tanrıları şükranla tanımak, oyuncu ve seyirciyi gelecek dram için hazırlamak üzere düzenlenen oyundan önceki özenli başlangıç töreninde daima fark ediliyordu.

Natya Sastra üç tür oyun evi betimlerken (kare, dikdörtgen ve üçgen) her biri üç farklı hacimde (büyük, orta, küçük) toplam dokuz tiyatrodan söz açar. Orta hacimdeki dikdörtgen tiyatro iyice tanımlanmış ve idealize edilmiştir. Yaklaşık 29 metre uzunluk 13,5 metre genişlikteki yapı seyir yeri ve sahne olmak üzere iki eşit parçaya bölünmüştür. Seyir yeri akustik amaçlarla bir mağara biçiminde yapılmıştır. Beyaz, kırmızı, sarı ve mavi renkteki dört sütun sadece nerede oturacaklarını belirleyen, dört kastı simgelemekle kalmıyor, coğrafi bölgeleri ve pusulanın dört yönünü de gösteriyordu. Kendi bütüncüllüğü içinde tiyatro bütün evreni simgeliyordu. Tiyatronun sahneye ayrılan diğer yarısı yeniden iki eşit parçaya bölünüyordu, biri oyun yeri, diğeri de sahne gerisi alanı olarak kullanılıyordu. Oyun yerinden sahne gerisine açılan iki kapının arasındaki alan, çalgı çalan ve şarkı söyleyen müzisyenlere ayrılmıştır.

Sanskrit tiyatro ve dansında jestlerin ve mimiklerin kullanılan birçok el pozisyonunun oyun içindeki yeri çok önemlidir hatta bunlardan biri ya da birçoğu olmazsa bu bir oyun niteliği taşımaz. Her jestin, her mimiğin her el hareketinin anlamları vardır.

Bu el hareketlerinin bazıları şunlardır:

Pataka (bayrak): Başparmak diğer parmaklara değmek üzere bükülür ve diğer parmaklar uzatılmış kalır. Kullanıldığı yerler= Dansa başlarken, bulut, orman, yasak şeyler, bağır, gece, nehir, dünyanın tanrıları, at, kesme, rüzgar, geriye eğilme, yürüme, yiğitlik, zerafet, ayışığı, kuvvetli güneş ışığı, tıklama…bir sokağa girme, eşitlik… yemin etme, sessizlik, kutsama…

Ardha-candra (yarım-ay): Pataka elin başparmağı uzatılır. Kullanıldığı yerler= Kara gecenin sekizinci günündeki ay ışığı, boğazlıyan el, zıpkın, bir imgeyi kutsama, köken, bel, kaygı, düşünceye dalma, dua, dokunma, halkı selamlama…

Musti (yumruk): Dört parmak avuç içine bükülür ve başparmak onların üzerine kapanır. Kullanıldığı yerler= Sarsılmazlık, saçı yakalama, tutma, güreşme.

Sikhara (kulenin sivri ucu): Aynı elde başparmak kaldırılır. Kullanıldığı yerler= Tanrının sevgisi, yay, sütun, sessizlik, koca, diş, giriş, sorgulama, vücut, hayır deme, hatırlama, kuşağı açma, sevgili, çan sesi, vurma…

Bhramara (arı): İşaret parmağı ve başparmak birbirine değer orta parmak bükük durur, diğerleri açıktır. Kullanıldığı yerler= Arı, papağan, turna, guguk kuşu, beraberlik.

Sukatundaka (papağan gagası): Arala elinin üçüncü parmağı bükülür. Kullanıldığı yerler= Yayla ok atma, zıpkın atma, sır, vahşet.

Sanskrit tiyatrosuyla ilgili bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz çok şey var ve bunların anlaşılır hale gelmesi ya çok zaman alacak ya da kimisi hiç anlaşılamayacaktır; fakat günümüzde Hint tiyatrosu hakkındaki çalışmalarıyla yeni ufuklar açan çok değerli akademisyenler var onların süreç içerisindeki titiz çalışmaları sayesinde Hint tiyatrosu hakkında yeni bilgilere sahip olmaya devam edeceğiz ama ne kadar çalışma yapılırsa yapılsın yine de birçok şeyi öğrenemeyeceğiz. Sanskrit dram son derece gelişmiş, yaygınlaşmış olsa da zengin içeriği, zaman içerisinde ülkenin karşılaştığı siyasi zorluklarla da birlikte kayba uğramıştır.

KAYNAKÇA

BROCKETT, O. G. (2000). Tiyatro Tarihi. Çev.: S. Sokullu, S. Dinçel, T. Sağlam vd., Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.

COOMARASWAMY, A.K. (1995). Sanatın Tabiatındaki Başkalaşım. Çev.: N. Özdemiroğlu, İstanbul: İnsan Yayınları.

GÜL, A. (2018). Hinduizm Sözlüğü. İstanbul: İz Yayıncılık.

KEITH A.B. (1954). The Sanskrit Drama. London: Geoffrey Cumberlege Oxford University Press.

MISHRA, P. (2013). Asya’nın Batıya İsyanı. Çev.: A. Fethi, İstanbul: Alfa Yayınları.

QIANGONG, L. (2018). Çin Sanatı. Çev.: Ö. Karadağ, Ankara: Kaynak Yayınları.

SAİD E. W. (2012) Şarkiyatçılık-Batı’nın Şark Anlayışları. Çev.: B. Ülner, İstanbul: Metis Yayınevi.

TILALASIRI, J. (2008). Asya Kukla Tiyatrosu. Çev.: Ç. Yılmaz, İstanbul: Mitos Boyut.

* Tarihin en kadim uygarlıklarından biri olan Hindistan için çok az şeyler söyleniyor. Bu yazıda biraz Hint Tiyatrosu’nu açıklamaya çalıştım. Fakat bu yazı bir girizgâh niteliği taşıyor, hiç bilmeyene bir açıklama getiriyor fakat asla bir vaatte bulunmuyor. Hint tiyatrosu tıpkı Hint şiiri gibi nedense öteleniyor. Unutulmasın Hint olan bir şey diğer hiçbir şeye benzemez. O tamamen kendine hastır.

Ve sanat dediğimiz büyüye birçok gizem katar..

Pazar

Nasıl olsa pazarların çoğu tekrarlardan ibaret.

Natama Dergisi/MP3 etkinliği. Baba Zula-Murat Ertel’e bir kez daha şükranla ve Natama ahalisine… Güzel anı.

Yağmurcu

Ateşten, demirden, tunçtan ve buhardan sonra
fecrikazip dedikleri vakitte eskilerin
bitiverdi yerde, gül suretinde

tayından ayrı bir tomurcuk gibi açıverdi,
pırıl pırıl aydınlanan
çayırların ortasında, büyük ve güzel bir çayır,

güneş üç kırmızı selvinin dalları arasından
süzülüp dokundu yaprağına,
uyandı,
selvilerin üzerinde üç kuş yuvası,

bir kadının zarif adımlarıyla
yanaştı ağaçlara,
sıcak rüzgarın esintisi,
aldı yuvalardan en küçük olanı

ağlamak istedi, ezildi içi,
kuş gibi titredi
nem derttir, terk etmez dünyayı

birden bire değişti alaim-i sema
gök gürültüleri şimşekler ve
elif gibi ince bir ışık düşüverdi
yuvasını yitiren selviye

Kızıl ince ruhu ağacın
külün halesi
eski ve karanlık çağları anımsatan

ağzı ateş ağzı, gözü kanlı,
gözleri gökten daha gök
benzi kızıl,
sırtı kambur,
at yeleli saçı, boyu posu,
uzun kollu
Sol yanında kurt ve geyik,
sağ yanında yılan, gergedan
dokuz boynuz dokuz budak
başlık
püskülü çıngırak uçlu
boynu aslan
omzu ayı omzu
bir ayağı kurt bir ayağı geyik
tüylerden ve kanatlardan
yeşilden ve ebemkuşağından teni
ışıl ışıl kutup yıldızı sanki
demir çağından kalma hayalet
çıkardı çatal kuyruğunu toprağından

göğün olduğu kadar yerin de katları vardır,
köksüz gül tomurcuk açmaz,
göğe doğru büyür sanırsın
yere doğru da büyür:

Başun ala bakar olsam, başsuz ağaç!
Dibün ala bakar olsam, dipsüz ağaç!

insan ölümsüzlüğü gökle yer arasında yaşar
hem yükselirken hem düşerken.
Düşmek, insanlar için basittir,
övülmek istediğinde ya da yükselmek
o yüzden bütün iyi eserlerde önce
yükselirsin düşmeden önce

bazen uyanıkken bazen rüyada
biri çıkar amansız karşısına,
yapma der, gitme kal bu bahçede
ihtiyar çirkin bir kadındır kimi zaman
ak saçlı, sakallı kör bir erkek çoğu zaman
geyik ya da kurt veya kutup yıldızı
bana yağmurcu derler.

İlk insanı tüyleriyle hayal eden
ilk köpeğe tüy kondurmamıştır,
kanat takmıştır birine
boynuna demir bükmüştür birinin,
kuvvetin aslı ayık kalmaktır,

tüfeği ateşleyen ilk barut bir sincabı öldürmüştür,
iyiliklerle dolu bir hayat
kötülüğün de arzusudur, unutma
kalender bir çocuğun layık olduğu tek mezar
yiğit halk kızlarının saçlarını yolduğu yerdir
uçurum ararsın ırmak çıkar karşına:
yaşayanı yaşat, öleni öldür.

ma’na aleminden velayetle
kanat çırpmadan önce gökyüzüne:
devler ve ejderhalar çoğu zaman masallarda
kimi zaman pınar başlarındaki mağaralarda yaşar,
bir mağarada iki ejder olmaz, dedi usulca.

eski Türkçede ol, bul demektir
bulmalısın ki olmalısın.

Mitoloji bir dilin filolojisidir,
efsane yoksa dil de olmaz, az olur sonra yok olur,
dil hayal gücüdür, rüya bile görür.
Unutma dedi, yağmurcu,

Hikâye

Korktuğum zamanlar çoğu insan gibi gökyüzüne bakarım, sanki gözlerim kapalıymış gibi karanlığın içine hapsolmuşumdur o an. Yolumu aydınlatacak tek bir ışık için yalvarırım. İçimden, sessizce. Kendi kendini korkuyla telkin eden yoktur sanırım:

  • Şimdi korkabilirsin.
  • Birazdan öleceksin.
  • Bu da senin başına geldi işte. Durma çığlık at. Kaç!
    Yok, hayır. O andan kurtulmak için sadece umutlu olman gerekir. Yoksa oracıkta, başına hiçbir şey gelmeyecekse bile gelir.
  • Bu sefer başka. Şu an gördüğüm şeyi neden ben görüyorum.
    Anlatamayacağın bir hikâyenin en başındaysan kaçamazsın. Kaçarsan kaybedersin. Bazı durumlar vardır ki kaçmak zaten hiçbir işe yaramaz. Sürat dediğimiz şey sonuçta fizikseldir. Yani bir insanın kateteceği hızın maksimum seviyesi bellidir. Bir de o insanın fiziksel sınırlarını düşündüğümüzde hızın insan için kullanılan bir terim olmadığı ortaya çıkar. Zaten koşan bir varlık olarak tanınmayız genellikle yürüyüşüne göre sınıflanan bir türüz; hızlı yürüyenler, yavaş ve gamsız yürüyenler, her şeyin sahibi gibi yürüyenler ve bir aletle yürüyenler; başı önünde olanlar, etrafı süzenler, sabit bakanlar, baktığını görmeyenler, hiçbir şeyi umursamayanlar.
    Bunların çoğu sokak için söylenebilir, istenildiği kadar da bu örnekler çoğaltılabilir. Kapalı pencereleri aşıp sokaktan içeriye dolan gürültü tüm huzuru alt üst ederken, söylenen her sözün eksikliği kulağınızda küpe olur. Ağzındaki sözü kesen başka bir sesin varlığından rahatsız olanlar hikâye anlatamazlar. Her kimseniz, bilmelisiniz. Hiçbir öykü kusursuz anlatılamaz. Ya da şöyle demeliyim sanırım. Arap sabunuyla yıkanmak kimseyi Araplaştırmaz. Herkes kendi hikâyesini anlatır.

Gemi

Cennet bahçesi buralarda bir yerde Orta Asya’da olmalı çünkü burası ilk elmaların yetiştiği yer, dedi Hakkı enişte. Bana kampa nasıl düştüğümü soruyorsunuz her defasında. Aziz dostum Vavilov ülkesinde ne çektiyse bende İngiliz hükümetinden o kadar çektim. Neden orada olmamı bana soracağınıza hükümetinize sormuyorsunuz, onu da nasıl soracaksanız artık. Siz asker değilsiniz esir hiç değilsiniz.  

Hakkı eniştenin gür sesi her yeri inletiyordu. Neye kızdığını sordu Halit dede, hergeleye kızdım, dedi, beni göstererek. Ettiği onca laftan sonra üstelik. Neymiş efendim tehdit ediyormuşum bu boku. Beni mebus yapmadıkları için bu da benimle böyle konuşuyor. Sana kaç kere dedim okutma bunu diye, görüyorsun burada yaşamayı unutmuş, dedi babama. Unuttuğum şey beni hızla dehşetli bir uçuruma sürüklüyordu. Hakkı enişte belden altına iyi sopa vurmuş oldu böylelikle. Onun esir hayatını unuttuğum için kendime kızmaktan konuşamıyordum. Hem babamın hem de Halit dedenin kardeşlerinin çoğu geriye dönmemişti savaştan. Uzun bir söylevin ilk bölümünü yapan Hakkı enişte hiç değilse bir mebusluk bekliyordum ülkeme girince tamam bakan olmazdım ama ya mebus onu hakkettiğim nice kahramanlıklara sahibim. Ama ne oldu korucu oldum. En azından aylık gelirin oldu, dedi Halit dede. Haylazın tekiydin canım sen de. Defalarca dinlediğim hikâye böylece başlamış oldu, çaylar geldi çaylar gitti. Sorunumla ilgili tek kelime edilmedi. 

Başarılı olmak yeterli olmuyor önemli olan bir başkasının da başarılı olması, dedi Halit dede. Sözünü böylece kesebilmiş oldu Hakkı eniştenin ve onun gururla arkasına yaslanmasını sağlamış oldu. Galiba ben böyle biriydim, diye mırıldanıyordu. Şimdi asıl mevzumuza gelelim, dedi Halit dede. Ve orada gecenin planı yapıldı ve herkes geceye kadar evine çekildi.  

Babam, görüyorsun başımıza ne işler açıldı, diye sitem ederek benimle konuşmaya başlasa da seni kurda kuşa yem edecek değilim, istersen sen gelmeyebilirsin, gönlüme su serpti. Dedim ki ya hiç karşılaşma olmazsa bu onların var olmadığı anlamına mı gelir. Yani benim yalan söylemiş olmamla sona erer mi? Babam, sözlerimin arkasında nasıl bir dirayet olup olmadığını merak eden gözlerini üzerime çevirdikten sonra, bir kere soracağım, sende bana gerçeği söyleyeceksin. Yalan konuştun mu? Daha önce defalarca yalanlarımı yakalayan devin sorusuna verilecek tek cevabım vardı. Biliyorsun, diyebildim. Onu demiyorum. Dün gece başına gelenler konusunda yalan konuştun mu? Hayır, dedim. Annem bunun yalan değil hakikat olduğunu yedi düvel bile bilir. Ama ne bileyim, dedi annem. Küçükken havale geçirdin, doktor menenjit olabilirmiş, dediydi. Çocukken yatağından kalkıp gece gece kapıyı açar çıkardın dışarı kaç kez yoldan aldım seni, oğlum uykunda geziyordun. Kaç kez askıdaki elbiselere işedin tuvalet zannedip ama her seferinde uykundaydın. Seni hoca hoca gezdirdik biliyorsun, ben yine çalınmış olacağını düşünüyorum. Neden işediğin yerlere tükürmüyorsun. Sana başka bir zaman bu çiş yüzünden kızacağım haberin olsun, şimdi üst üste gelmesin diye bir şey söylemiyorum, it herife bak, bende diyorum bu koku ne. Kahvedekilerin rahatsız olması bundan kelliymiş demek ki, it herif. Yine de kızmış oldu fakat paparası henüz bitmemişti. Başka bir zaman, dedi ya. Yakın bir zamanda olacak ne olacaksa. 

Çocukluktu o anne, dedim. Yıllar geçti üzerinden. Ocaktaki ateşi hararetlendirdim, yemek hazırlandı yenildi, yatsıdan hemen sonra babam uyudu. Sende erken yat. Gece iki gibi suya ineceğiz hep birlikte. Odama çekildim biraz uyuduysam babamın dürtmesiyle uyandım. Elinde gaz lambası, grebisi başında kasketi ve içliğinin üzerine acelece pantolonu giydi paçalarını çorabının içine soktu. Kapıyı açtığında dışarıda iki ihtiyar daha vardı Hakkı eniştenin elinde fener vardı, sırtında tüfek tam teşkildi üzerindeki korucu kıyafetini ilk kez görüyordum. Halit dede bembeyazdı, yalındı. Sen arkamıza geç, dedi Halit dede. Önden Hakkı enişte, onun arkasında babam, peşinden Halit dede ve onun arkasında ben. Sıralı bir şekilde su patikasına girdik karanlığı aydınlatarak. Taşlara dikkat edin, ben dün gece ayağım kayıp düştüm. Çok şükür önümüzü görüyoruz, dedi Hakkı enişte. Sessizce suyun yanına kadar sessizce yürüdük. Suyun kenarında ne ateş ne su da çamaşır yıkayanlar vardı. Gündüz nasılsa gece de öyleydi. Etrafta herhangi bir şey olsa beklemek sorun olmazdı fakat dikkat çeken hiçbir şey yoktu etrafta. Hakkı enişte, burada bekleyip de elimize ne geçecek. Kimsecikler yok. Her şey zihninde bunun, hocaya okutun geçer dedi. Hadi evlerimize diyerek de yineledi sözünü. Sükutu hayale uğrayacak duygularımı kesip atıyordu. Geriye dönüldü her biri önümden yavaşça geçtiler. Bir süre orada yalnız kalmak istiyordum. Arkalarından götürdükleri ışık sönerken suyun kenarında bir ışık belirmeye başladı ve aniden ışık huzmesi büyüdü beni de içine alan bir aydınlığın içine girmiş oldu. Işık gözlerimi alıyor neredeyse gördüklerimi ayırt edemiyordum. Babamın bana Ali, diye seslendiğini duydum. Ona cevap verirken kendimi bambaşka bir yerde buldum.                                                                                                  

Bir ormanın içindeydim. Baykuş, Leylek, Kirpi, tilki, tavşan gibi hayvan topluluğunun içindeydim. Baykuş çok yaşlıydı. Diğer hayvan üyeleri daha çocuktu. Kendi aralarında konuşuyorlardı. 

KİRPİ 

Kim bu insanlar? 

TİLKİ 

Bence onlar insan değiller 

TAVŞAN 

Dur şimdi insanın aklını bulandırma. 

TİLKİ  

Bence insan değil. 

KAPLUMBAĞA 

Sen daha önce hiç insan görmedin ki.  

BAYKUŞ 

Durun durun! Kendi aranızda tartışmayın. 

KİRPİ 

Ama o başlattı. Kim bu insanlar? 

BAYKUŞ 

Bilmiyorum. Kimse bilmiyor. 

TİLKİ 

Demiştim. Onlar insan değil, insan olsalar, onların herkes insan olduğunu bilirdi. Çünkü bir hikâyede insan varsa o hikâye asla unutulmaz, sonu hep acı hep ıstıraptır. 

TAVŞAN 

Şimdi düşündüm de Tilki haklı olabilir. İnsan olsalar kesin bize zulüm ederlerdi. 

BAYKUŞ 

Peşin hüküm veriyorsunuz. Asla peşin hüküm vermeyin. Önce anlamaya çalışın. Yoksa insanlardan pek farkınız kalmaz. Sizi farklı kılan en önemli şey nedir? 

KİRPİ 

İnsan olmamamız demiştiniz. 

BAYKUŞ 

Evet. O yüzden büyük bir sükûnetle dinleyin karşınızdakini, ona katılmasanız bile. 

TİLKİ 

Kesin olarak eminim. Onlar insan değiller. 

LEYLEK 

Kimler öyleyse? 

TİLKİ 

Devler. 

Hayır, dedi Baykuş. Onlar hiç kimse.  

Ya bu çocuk kim, dedi Leylek. O bizim misafirimiz, dedi Baykuş. Onu şimdi nehirden gelecek gemiye bindireceğiz. Nehrin üzerinde havada süzülen gemi hemen yanımızda durdu, tek kelime edememiştim. Gemiden dışarı dün konuştuğumuz suret çıkıverdi ortaya. Seninle yolculuk yapmamız kaçınılmaz oldu, dedi. Bu yolculuğu hiç ama hiç sevmeyeceksin, bundan emin olabilirsin, dedi. Kendimi birden geminin içinde buldum ve bir başka ışık huzmesinin içine girdim. Beni nereye götürüyorsunuz, dedim. Dedi, Sultanımıza.   

Kıssadan kıssa

Bir yokluğa düşünce, fırtınalar kopunca içimde, bu yaklaşan elbette dünyanın sonudur derim kendime, buradan geri dönmelisin. Saatlerce yürüdüm. Yürüyüş anlamsız geldiğinde eve döndüm. Annem yeğenimin ezdiği üzümlerden pekmez kaynatıyordu. Kazanın altına odun koyarken annem mâni okuyor çocuklar da oturmuş onu dinliyordu,  

“Elbisesi mor imiş  

Mor imiş de ne olmuş 

Gurban olduğum Allah 

Ayrılık ne zormuş” 

“Entarisi göğ idi 

Kimden aldın bu öğüdü 

Ben üzerine düştükçe  

Senin gönlün büyüdü” 

Annem hem neşeli hem kederliydi. Bir hafta sonra oğlundan ayrılacaktı. Aklı da gönlü de bu ayrılıktaydı.  

“ İn dereye durursun 

Kuru fındık bulursun 

Alacaksan al beni 

Sonra pişman olursun” 

Maniler yeğenlerimi gülümsetiyordu. 

Evin kapısında bütün yıl yapraklarını dökmeyen taflan ağacının altına gelip oturdum. Babam ve Halit dede geldiler peşimden. Beni görünce Halit dede yaklaşıp yanıma oturdu. 

Ben kimim dedi? 

Halit dedemizsin, babamın kuzenisin.  

Hayır, dedi ben kimim? Sualini anlamamış gibi gözlerine baktım. Bak, dedi ben senin atan sayılırım. Sadece deden değilim. Kaldı ki aslında dedem bile değildi, dedemin yeğeniydi. Bir daha biz konuşurken oturup dinleyeceksin. Seni düşünmediğimizi nereden biliyorsun. Sana bir hikâye anlatayım da kıssadan hisse olsun. 

Vaktiyle bir ülkede büyük bir han varmış. Tanrı bu hana büyük denizi geçerek Demir Dağ’daki insanlarla harp etmesini emretmiş. Han da Tanrının bu emrini yerine getirmek için asker göndermiş. Askerler bin bir güçlükle denizi geçip Demir Dağ’a varmışlar ve onlara savaş için geldiklerini söylemişler. Fakat onlar hiç oralı olmamışlar. “Savaş nedir?” diye sormuşlar. Bunlar dövüşelim demişler. Anlatmışlar, göstermeye çalışmışlar ama hiç faydası olmamış. Geri dönmek zorunda kalmışlar. Geri dönerlerken de Demir Dağ’ın hanı onlara birçok hediyeler ve hanlarına da bir kürk hediye etmiş. Gelmişler, durumu hanlarına anlatmışlar. Hanları da şaşmış bu işe. Getirin demiş, şu kürkü göreyim, demiş. Getirmişler bakmışlar ki bu kürk kendilerine çok büyük. Kürkü parçalayarak sekiz tane kürk yapmışlar. O zaman han meseleyi anlamış. Demiş ki: bunların bir tanesi bizim sekiz kişimize karşılık imiş. Biz bunlarla nasıl savaşırız, demiş ve savaştan vazgeçmiş.” Anlattığı hikâye hoşuma gitti fakat ne demek istediğini anlayamadım, ağacı çıkarıp bu konuyu kapatacağımızı düşündüm. Rahatlamış bir şekilde, ben de düşünmüştüm ki diye söze girince. Hayır, dedi. Ben sözümü bitirmedim. Bazen işin içinden çıkamayacağın durumlarla karşılaşırsın. Fakat işinden vaz geçmezsin. Bizde vaz geçecek değiliz. İçin hoş olsun bu konuyu çözeceğiz. Bana sorarsan bu konu bile değil. Ama, dedim. Dedin ki han vaz geçmiş savaşmaktan. O zaman vaz geçmiş, dedim. Hepten vaz geçmemiş. Kim Tanrı’nın sözünü yabana atabilir. Bugün o hanın çocukları tüm dünyaya yayılmış durumda. Peki o Demir Dağ’ın ülkesine ne oldu dersin, yok olup gitti. Bugün isminden eser bile yok. Düşünecek, planlayacak ve hareket edeceksin. Öyle yapacağız. Biraz gözünü karart be oğlum. Sana yakışan da budur. Hatta git uyu biraz. 

Uyku zamanı geçti, dedi, babam. İş vakti iş. Şimdi halana git Hakkı enişteni çağır. Halit dedem seni bekliyor, de. Halama gittim eniştemi çağırdıklarını söyledim. Halamın buz gibi ekşi ayranından bir tas içtim.  

Adamın adlısı aptal doğmuştur, derler, dedi halam

Göçen bu dünyadan, saray umar kendine. Kimisi de bir tas ayran.

Hakkı enişte ellerini bellerine kavuşturmuş ağır aksak yürürken ona yetiştim. Seni neden çağırdıklarını biliyor musun enişte, dedim. Hayaletleri kafanın içinde arama, diye karşılık verdi. Buz gibi. Neyse dedim, siz konuşursunuz. Bir daha yanında tek kelime etmemeye karar verdim, orada.  

Dikkat dağıtıcı yeni bir şey düşün, dedim kendime 

-Bunu düşünmeyeceğim. 

Başka bir şey düşün. Yediye kadar say mesela. 

-Sekize kadar sayacağım. Nefesimi tuttum ve bıraktım. Eniştem hala yanımdaydı.  

Ruhu dışarı çıkarma gücünün bir başka yönü daha olabilir. Ruhu bedeninde olmayan insanlar var öyleyse ruhtan söz edilemez. Kötü insanların ruhunun olduğuna inanmıyorum.  

Eniştem hala yanımdaydı. Onunla bu yürüyüşü yaptığım için kahrımdan düşüp öleceğim. Ne sevimsiz insan. En iyisi hiçbir şey düşünmemek, teslim olmak ister adımını say ister etrafa bakın avel gibi yapacak bir şey yok. Keşke bir tas daha ayran isteseydim halamdan. Ya da eve gitmek için acele etmeseydim. 

Hayatın ortasında olduğumu düşündüğüm o uzun yürüyüş bitmek üzere evin bacası görünüyor, hafif yana mı yatmış ne. 

-O adım bu muydu 

-adımladım. 

-Bu adım o muydu 

-adımladım, derken eve geldim.  

İnsanlar kırkından sonra tuhaf bir şekilde yaprağa dönüşüyorlar ama ağaca asla. Bu sözü sesli söylemiş olmalıyım ki Hakkı enişte dönüp biraz nükteli: çiçek var çiçek açar, çiçek var çiçek açmaz. Herkes bir olmaz. Bu kimseyi iyi yapmaz kötü de yapmaz. Neyse ki sabırlı biriyim, diye cevap verdi. Biraz sıkıntılıyım, kusuruma bakma saygısızlık yapmak istemedim, dedim. Belli dedi, sıtmalı itin gözleri gibi titriyor gözlerin. Sen acaba okumasa mıydın Ali, dedi sonra. Valla benim çocuğum olsaydın seni okutmazdım. Tehditkâr talihsizlikleri de atalarımıza borçluyuz, dedim. Yürüyüşüne yardımcı olan bastonunu ışık hızıyla sırtıma vurdu, canım acımıştı ama belli ki onun canı benimkinden daha çok acımıştı. O esnada hızlıca yanından ayrıldım. İnsanın karşı karşıya kaldığı kötü durumların nereden aniden karşısına çıkacağı hiç belli olmuyor doğrusu. Amaçsız kötülük olmaz, denir hep, bence öyle değil. Bir saldırının amacı olamaz, kötülük kötülüktür.    

Gölgeler toplanıyor

Öğleye doğru tıpkı babamın arzu ettiği gibi abim ve abimin oğlu ile mezarlığa gittik. Mezarlıkların otlarını temizledik ve sonra da namaz için köyün eski camisine gittik, hutbe başlamıştı. İmam, köyün kuruluşuyla ilgili hikâyeler bilinmediği için herkesin farklı şeyler anlattığından söz ediyordu. Kırk atlının gelip burada mesken kurmadan önce buraların kimsesiz olduğundan, kimsenin yaşamadığı bu yerde başka mahlukların yaşam kurmuş olacağından söz ediyordu. Arada sanki gözlerime baktığını hissediyordum. Bu vaazın benimle ilgili olabileceği düşüncesiyle ön saflarda olan babamı izliyordum. Babamın boynu önündeydi düşünceli olduğunu anlamak hiç zor değildi. Kafa karışıklığı içinde imamın geri kalan konuşmalarını duyduysam bile tek kelimesini anlamadım, namaz bitince camiden dışarı çıktık. Dışarıda toplanan kalabalık için konuşulacak yeni bir konu ortaya çıkmıştı. Köyün tarihi. Hep beraber uzlaşıp, köye hatta şehre adını veren zat-ı muhteremin türbesine gelindi, dualar okundu. Kalabalığın arasından bir ses: Çoban öldü bez getir, kazma kürek tez getir, koyuna da tuz getir dedi. Pir Aziz’in Şeyh İdris’in çobanı olduğu Pir’lik makamını da Şeyhin ölmeden önce kendisine verdiğini anlatmaya koyuldu. Kalabalık bu konu hakkında konuşmayı seviyordu, daha önce anlatılmış hikâye tekrar tekrar anlatılıyordu aslında: Yaylada namazını kılan şeyh secdeye varınca birden rüya ile uyanıklık arasında kalarak ölmekte olduğunu ve dünyayı huşu içinde terk etmek üzereyken son bir gayretle Aziz’e seslenmiş ve kazma kürek alarak yanına gelmesini buyurmuştu. Koyuna da tuz. Tüm bunlar aynı anda olup bitiyordu, bir insanın köyünden yaylaya hem de secdeden henüz doğrulmadan önce yetişebilmesi mümkün değildi fakat kalabalık buna sadece inanmıyordu neredeyse tapıyordu. O an birden Ali olanın aslında ben olduğuma ikna oldum, birdenbire. Hayır, dedim. Bu hikâyenin doğrusu bu değil. Böyle olması da mümkün değil. Kalabalık beni umursamamıştı. Sesime yol vermiyorlardı, sesime alan açmıyorlardı, beni cahillikle ve çocuklukla suçlayacaklardı biliyordum fakat ısrarla ne Şeyh İdris ne Pir Aziz aynı çağda yaşamadı, dedim. Şeyh İdris Osmanlı’nın sözü geçen kadılarından biriydi. Murat Hüdavendigar’ın mührüyle işte buraya bu Karadeniz kıyılarına öyle gelinmişti. Pir Aziz’in de bir çoban olmadığını on yedinci yüzyılda Osmanlı’ya vergi ödeyen bir çobanın olmadığını, kayıt defterlerinde Pir Aziz’in Karkın Beyi olduğunu anlatmaya koyulmuştum. Kalabalık bu sözlerime itibar etmedi. Karkın mı dediler. Hayır biz Çepni’yiz. Çepnilerin sizinle yani bizimle alakası bile yok dedim. Fakat neredeyse bir hınç duvarıyla karşı karşıyaydım. Senin aklın karışmış, dediler. En iyisi sus, dediler. Bir kalabalık seni dinlemek istemiyorsa konuşarak kabalık yapamazsın, dediler. Bin tane laf ettiler. Babamın kalabalığın arasında olduğunu o sıra bacaklarıma bir sopayla vurulunca anladım. Bu kadar yeter, dedi babam. Sustum. Ama sadece bu konuyu konuşmak istiyor gibiydim. Fakat haklısın baba, diyebildim. Senin burada olduğunu bilmiyordum, bilsem asla konuşmazdım, dedim. Özürle gözlerimi yere dikerek. Halit dedenin evinin önünde bekle deyip beni oradan hızla uzaklaştırdı. Kös kös yolu tuttum. Halit dedenin evinin önünde ihtiyarların gelmesini beklerken tabakamı çıkarıp bir tütün sarıp içmeye başladım. Fındık ağaçlarına bakıyordum. Yapraklar yere düşüyordu. Gölgeler. Daha çok gölgeler, gölgeler çoğalıyordu. Kendimi korkutacak, huzursuzluğumu çoğaltacak yeni şeyler görüyordum. Sigarayı kaldırıp fırlattım. Babam sigara içtiğimi de görürse yandın ki ne yandın deyip kendimi teselli etmeye başladım. 

Bir süre sonra da babam Halit dede ve yanındaki iki ihtiyarla birlikte sohbet ederek yaklaştılar. Gözleriyle ne yapacağımı söyleyen babamın peşinden Halit dedenin evine saptık. Bizi evin önünde ağırladı. Çay içeceğimizi söyledikten sonra dün gece başımdan geçen olayları bir kez daha anlatmamı buyurdu. Yanına yaklaşıp sanki kulağına fısıldıyormuş gibi olan biteni anlattım.  

Bizim kim olduğumuz sence çok mu önemli diye sordu, önce. Evet, dedim. İnsan kim olduğunu merak ediyor.  

Yine de her şeyi öğrenemezsin, dedi Halit dede. Fakat sana söylenen hakikat içeriyor. Biz insanlara her türlü bilgi bahşedilmemiştir bazı bilgiler bizden gizlenmiştir. Öyle de kalması uygundur. Fakat tarih bu bilgilerden değil. Piraziz hakkında söylediklerin doğru mu bilemem ama Şeyh hakkında söylediklerin dosdoğrudur. O ünlü Mekke kadısıdır. Bir zamanlar Osmanlı’ya kafa tutuyordu. Dostu da vardı düşmanı da. Dostlar bugün var yarın yoktur ama bir kere düşman kazandın mı o senin hep düşmanındır. Sen olsan da olmasan da düşmanlık sürer gider. Bazen babadan oğula bile geçer. Dostlarının sözlerine kanmamalısın onlar senin duymak istediklerini söyler, küçücük bir çıkar bile bunu yaptırır onlara. Düşmanına gelince onların sözüyle asla teslim olmamalısın. Düşmanın kötü sözü kadar ehemmiyetli söz yoktur, derim her zaman fakat yanlış anlamayasın bu sözleri. O sözler eleştiridir. Eleştiriye burun kıvrılmaz, aldanılmaz da. Tartılır. Her söz tartılır oğlum. Başındaki süslü rüyaya gelince, dediğinde bu rüya değildi dedim bir kez daha. Bu bir rüyadır oğlum, dedi. Ama gerçektir. Hiç şüphem yok. Bazı büyük şahsiyetlerin göreceği bir rüya. Uyanıkken de rüya görünür. Beni hayrete düşüren şey gördüklerini harfiyen hatırlaman oldu. Böyle şeyler hep olur uyku halinde, kör rüyadır bunlar, karanlıktır. İnsanı çaresiz bırakır fakat uyanınca hiçbir şey hatırlanmaz. En kötüsünde bile sadece hissi kalır. Ben her şeyi hatırlıyorum. Ne yaşadıysam bu bana anlatmam için yaşatıldı diye düşünmekteyim. Hiç kuşkum yok, öyle kesinlikle, dedi Halit dede. Biz marangozuz. Babanı yetiştiren benim, beni de yetiştiren büyüklerim. Seni de yetiştirecek olan bizleriz. Bu yaşadıklarını görmezden gelmeyeceğiz fakat o ağacı oradan çıkarmayacağız. Korkma. Bunun üstesinden hep beraber geleceğiz. Bir keresinde buna benzemese de yaşanan bir olay olmuştu ben gençken. O gün cahildim, elimden hiçbir şey gelmemişti. Ama şimdi öyle değil. Bu sözlerinden sonra babama dönüp benim hayatım bir ağaçtan daha mı önemsiz senin için? diye soru verdim. Halit dedenin anlatmaya başladığı hikâyeyi dinlemek istemiyordum hikâyenin kötü bittiği daha ilk kelimesinden belliydi. Ne dersin? Çıkaralım ağacı o balçıktan ve aldığımız yere bırakalım. Söz her işi ben yapacağım, hiç yormayacağım seni. Sonra gider istediğin ağacı keser balçığa koyarım.  

Ben bir daha o ağaca dokunmam dedi abim. Anlattıklarıma inanmıyordu, sabah onu babama şikâyet ettiğimi düşünüyor bana sevgiden yoksun bir şekilde bakıyordu. Oğlunun bile bunları uydurmayacağını söylüyordu ağzının içinden. Üzüm asmalarında sallanan oğlunu çağırdı yanına ve şimdi izninizle kalan zamanımı ailemle geçirmek istiyorum. Başıma iş açmazsanız sevinirim, diyerek uzaklaştı. Benim için ne abimin ne de onun bedensel olarak yardımının hiç önemi yoktu. Onun böyle düşünmesine dünyada en son ben şaşırırdım. Uzaklaşması iyi bile oldu. Şimdi biz yetişkinler olarak bu sorunu çözebiliriz, diye düşünürken. Babam, hayır, dedi. Dede haklı. Bende onun gibi düşünüyorum. Bakalım gece karşılarına ben çıkınca ne olacak, madem zorları benimle onların istediğini onlara vereceğim, dedi. Halit dede, köyün en güzel sesli ihtiyarı Mehmet Ali, eski korucu Hakkı ve ben gece için büyük planımızı hayata koyacaktık. Gözlerim yaşarıyor. Müthiş bir huzursuzluk büyüyor içimde. Tek tesellim bu gece tek başıma olmayacak olmam. Buna da şükür dedim, kendime. Bir ağaçtan daha değerli olmayı neden isteyeyim ki, bir insan kendini neden bir ağaçla kıyaslasın.

Hem o ölü bir ağaç.

Ölü bir ağaç kadar bile değerim yok. Yerde çürüyen dallardan bile farkım yok. Çok kötü hissediyorum. İhtiyarların yanındayken dolan gözlerim şimdi eve bir başıma yürürken hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi hissediyordum. Galiba bir şeycik bile değilim, toz zerresi, değilim. Hiç şüphem yok her şey çok daha kötüye gidecek.

Hiç şüphem yok. 

Bugün benim son günüm olabilir. Yaşamının son gününü nasıl geçirmek isterdiniz Ali Bey? İstemezdim. Bana göre yani dünyaya gelip de iş ayrılmak kısmına gelince, kim ister ki. İnsanların ölürken ağladığı gibi için için kendi kendime coşkun nehirler gibi ağladım. Koşarak anneme sığınmak istiyorum. Bu işi babamla çözemeyeceğim gün gibi aşikâr artık. Belki annem bana yardım eder.

Eve vardığımda sıradanlığın heykeli gibi dikildim annemin karşısına. Ha devrildim ha devrilecektim. Su ister misin, dedi annem. Suyumu içtim. Sular kadar ömrün olsun diyebildim. Bana babanla aranızda kalacağım hiçbir şey anlatma. İşim var. Abin için hazırlık yapıyorum. Tarlaya gideceğim şimdi. Gördüğün her şeyi abartma. Bu söz kesinlikle abime aitti.

SIR

Takdir edilmeyi mi bekliyorsunuz? Çok acı çektiğinizi düşünüyorsunuzdur kim bilir, bu yüzden de benden ödül bekliyorsunuz. Hayır. İş yaptığı için kimse ayrıcalıklı değildir. Biz marangozuz. Bir marangoz asla işini yarım yapamaz.  

Böyle dedi, harmanın kenarında dut ağacına sırtını veren yaşlı adam. Oğulları akşamdan beri açtıkları çukuru kazmayı bitirmişti nihayet. Ama soluklanmaya fırsatları yoktu. -Yaşlı adam tebessüm etmeyi sevmiyordu ne eşine ne de çocuklarına karşı- çocuklar bu gerçekle boğuşuyorlardı, tüm gün açtıkları çukuru kil toprakla, tavuk gübresiyle, buna ineklerin gübresi de dahil ve ahırda yığında bekleyen fındık kabuklarıyla doldurmaya çalışıyorlardı ara vermeden. Bir yandan çukuru dolduruyor bir yandan da abisinin çocuklarına taşıttıkları suyu döküp toprakla karıştırıyorlardı. Balçığın bir kıvamı vardı, tam o kıvam tutturulmalıydı yoksa yaşlı adamın sevimsiz yüzünü ve sitemlerini uzun bir süre çekmek zorunda kalacaklardı. Yaşlı adamın sakallarından yere damlayan ter neredeyse kurumuştu ama çukur henüz hazırlanmamıştı, Yaşlı adam sırtını dayadığı ağaçtan kuvvet alarak doğruldu. Ve çocuklarının yanına giderek, eliniz yavaş, dedi. İtinayla yapıyorsunuz bu belli lakin zamanı doğru kullanmıyorsunuz. Sizin iki kişi yaptığınız işi ben yıllarca tek yaptım. Böylesi bir gecikmeyi hoş görebilmem mümkün değil. Ağaca kurt düşmeden bu işi bir an önce bitirmeliyiz deyip, eline küreği aldı. Çocuklar hiçbir şey diyemedi. Soluk almadan bir an önce çukurun içinde babalarının istediği balçığı hazırlamaya çalışıyorlardı. Akşam ezanı vaktinde nihayet bitmişti. Şimdi sıra kesilen ağaç tomruğunu kabuklarını soymadan balçığa yatırmaları gerekiyordu. Lakin, ağaç büyüktü ve tüm gün yorgunluktan bitkin düşen çocuklar ağacı balçığa nasıl taşıyacaklarını düşünüyorlardı. Acaba babalarıyla camiye kadar gidip orada kendilerine yardım edecek birilerini çağırsalar daha uygun olmaz mıydı? Yaşlı adam, kabul etmedi. Her zaman nasıl yapıyorsak öyle olacak, diye ekledi. Ve camiye gitti. Çocuklar babaları gelene kadar ancak dinlenebildiler. Babaları camiden halatla geri döndü, halatı ağaca bağladılar, son gayretleriyle ağacı balçığa çekmeye çalışıyorlardı, yaşlı adamın daha önce hazır olan takozları ağacı yürütebilsin diye ağacın altına konuldu ve her hareket biraz zaman alarak milim milim balçığa doğru çekildi. Akşam ezanıyla başlayan bu gayret gece yarısına kadar sürdü. Sonunda ağaç balçığın içindeydi. Bu işimiz bittiğine göre dedi yaşlı adam, kazma ve küreklerin iyice temizlenmesi gerektiğini söyleyerek eve girdi. Çocuklar bu konuda da kendilerine iyi niyet göstermeyen babalarına kızıyorlardı lakin onun sözlerini yerine getirmeliydiler. Büyük olan kardeş bu işin küçük kardeş tarafından yapılması konusunda ısrarcıydı. İki yaş daha büyük olmak elindeki yegâne kozdu. Küçük kardeş abisine baktı. Korkuyorum, dersen kabul edeceğim, dedi. Büyük kardeş için yalan sayılmazdı fakat bunun şu anda bir yalanla hiç alakası yoktu. Önemli olan gecenin bu vakti amansız çıkan bu işten sıyrılmaktı öyle de yaptı, korktuğunu söyleyip eve giriyorken, benim çizmelerime de biraz su döküver, en azından bunu benim için yap, dedi ve eve girdi sessizce sanki babasına yakalanmak istemezmiş gibi. Küçük kardeş elindeki çamurlu aletlerle ve abisinin çizmesiyle patikadan karanlığa girdi, suyun aktığı oluk bahçenin neredeyse sonunda ve evin uzağındaydı. Çakal sesleri suyun yanına yaklaştıkça çoğalıyordu. Huzursuzluk. Korku. Hayır ay da yok gecede. Düpe düz karanlık. Duyduğu horultuların bir kısmı bekar bir kirpinin olsa bile bu homurtuların çoğul kısmı domuzların olabilirdi. Suya yaklaştıkça ayağının altından kayan ıslak taşların üzerinde sekerek çoğu kazan kayarak ilerliyordu. Karanlıkta ne kadar yürüdüğünü kestiremiyordu. Bunca yaşına kadar suyun kenarına bu saatte hiç gelmemişti. Ayağının altında birden hızla bir taş kaydı ve neredeyse iki ayağı havaya kalkarak sırt üstü yere düştü, elindeki aletler ve çizmeler etrafa dağılmışlardı. Can acısıyla karanlıkla el yordamıyla düşürdüğü aletleri ve çizmeleri arıyordu. Kazmaları ve kürekleri hatta çizmenin birini dahi bulmuştu fakat çizmenin diğer tekini bulamıyordu. El yordamıyla bulmak neredeyse mümkün değildi. Tam o anda birkaç yüz metre ilerisinde cılız bir ışık görür gibi oldu. Kim var orada, diye seslendi fakat sesine kimse yanıt vermedi. Hem ışığa bakmaya çalışıyor hem de çizmenin tekini arıyordu. O cılız ışıksa sanki giderek çoğalıyordu. Garip bir şekilde sesler bile duyuyordu. Çizmeyi aramaktan vazgeçti. Onu bu karanlıkta bulması mümkün görünmüyordu fakat bu ışığın sahiplerinden ışıklarını alabilirse çizmenin tekini bulabileceğini düşündü ve aksayan adımlarla ağır ağır ışığın yanına doğru yürüdü. Henüz su oluğunu göremese bile sesini duyuyordu, bir ışık hüzmesi o yaklaştıkça çoğalıyordu, ışığı görebiliyordu fakat ışığın yanında kimseler yok gibiydi. İyice yaklaştığında gördü ki bu yakılmış bir ateşti fakat bu ateşi kim ve niye yakmıştı. Ateşin yanında seslendi ama kimseden cevap alamadı. Ateş yığınlarının arasında yanmakta olan bir dal parçasını alıp çizmeyi düşürdüğü yere doğru geri döndü ama çizmeden eser yoktu. Geniş bir daire içinde iyice aradı fakat çizmenin tekini bulamadı. Çizmeyi arayarak suyun yanına tekrar döndü ateşin feri neredeyse sönmüştü. Burada ne yaptığını bilmiyorsun fakat ateşimizi çalıyorsun, dedi bir ses. Ne yüzü vardı ortada ne bedeni. Korkuyla salavat getirdi. Bildiği duaları okumaya başladı. Soğuk soğuk terliyordu. Sen kimsin, diye sorabildiği o soru çıktı ağzından öylece. Bir anda her yer aydınlanmıştı sanki gün yeniden doğmuş gibi oldu. Ve göremediği birçok canlı ışıkla beraber görünür olmaya başladı. Suyun kenarında çamaşır yıkıyor gibiydiler. Bir yandan çamaşır yıkanıyor bir yandan da sarhoş gibi dans eden bazı canlılar görüyordu fakat hiçbirinin yüzü yok gibiydi. Sonra aynı sesi bir daha duydu: Ateşimizi çaldın. Bize artık borçlusun, dedi bu ses. Ve aniden karşısında biraz önce ağabeyi karşısında nasıl duruyorsa öyle durdu. Yüzü buruş buruştu, yaşlı gibiydi fakat sanki bu onun yaştan azade genel görüşünü gibiydi, kulakları sanki yoktu. Gözleri iriceydi, başının arkasında garip bir şey var gibiydi belki bir boynuzdu fakat net göremiyordu. Duyduğu korku o kadar çoğaldı ki karşısındakinin ne olduğunu anlayamıyordu, bağırmak istedi fakat sesi çıkmadı. Bunu üç dört kez tekrarladı. Korkma, dedi bu kişi kendisine, artık korkmana gerek yok. Bir şey görünmezse kork dedi, görünemeyen şeyler daha korkutucudur. Gel gelelim sana, ateşimizi çaldın ve bize borçlandın. Bu gece bu ateşi tutuşturmak için ne kadar zorluk çektik bilemezsin. Görüyorsun ateş neredeyse sönmek üzere. Ateşe baktı hakikaten ateş sönmek üzereydi fakat her yer aydınlıktı. Benden ne istiyorsunuz, diyebildiyse karşısındakinin duyduğu için değildi belki de hiçbir şey demedi, bu soru zihninde o kadar çok dolanıyordu ki tek düşünebildiği şeydi. O yüzden duyulmuştu. Karşısındaki şey onu bir şekilde duymuştu. Fakat cevap alamadı sorusuna, cevap vermeden önce onun kendileriyle birlikte bu gece kurulan ziyafet sofrasında misafir olması gerektiğini söyledi. Işığımız az fakat yiyeceğimiz bol, dedi. Önce yemek yiyelim sonra seninle ne yapacağımızı konuşacağız.  

Zor konuşarak, aç olmadığını söylediyse de karşısındaki onu dinlemedi. Birden kendini müzikler eşliğinde etrafında dans edenlerin arasında bir yemek masasında otururken buldu. Bu çok tuhaf, dedi. Hayır, dedi, bu kez yanında oturan. Benden ne istiyorsunuz, bırakın evime gideyim, dedi.  

Bu sana bağlı, dedi. Bizden ateşimizi çaldın onun öncesinde de evimizi. Evimizi bize verebilir misin? Ev mi dedi? Biz kimseye kötülük yapmadık. Hatta sadece iyilik yapıyoruz. Kimsenin bir şeyini çalmadık, ateşinizi de ödünç aldım hani, çizmenin tekini bulabilmek için. Hayır, dedi yüksek sesle. Ve her şey bir anda sustu. Müzik kesildi. Işık bile bir an söndü, her yer karardı sonra tekrar geldi. Ne masadaydı ne masayı süsleyen yiyecekler vardı, biraz önce kalabalıklardı ama şimdi kimsecikler yoktu. O yaşlı adamın neyi oluyorsun? Diye sorulmasıyla kendine geldi. 

Babamdan mı söz ediyorsun? 

Baban, evet, öyle olsun. Bak sana anlatacağım şeyden sonra geri dönüş yok ya bize söz vereceksin ya da bir daha evine dönemeyeceksin. Seni de alıp gideceğiz buradan.  

Hayır, hayır. Sizi dinleyeceğim yeter ki evime dönmeme müsaade edin. Anlaştık, o zaman dedi. 

Bizim kim olduğumuz zihnini bulandırmasın, senin gibiyiz birbirimizden farkımız yok. Görüyorsun en az senin kadar canlıyız şu an hatta senden fazla diriyiz bile diyebilirim. Bizim asıl yerimiz burası değil. Yaşlı adamı takip ettik o bizi buraya getirdi. Amacımız onunla konuşmaktı fakat şansımıza sen çıktın. 

Büyük şansızlık.  

Hayır, bunun şansla hiç alakası yok. Buna siz kader diyorsunuz fakat bunun kaderle de ilgisi yok. Bu bizim için kaçınılmaz olan anlıyor musun? 

Neyi anlamam konusunda emin olamıyorum şayet mevzunuz babamla ise gidip onu çağırabilirim. Çağırmana gerek yok, ona bu gece anlatılıyor sen merak etme, dedi. 

Peki ama nasıl?  

Bu senden gizlendi diyebilirim sana, her şeyi öğrenemezsin. Öğrensen öğrendiklerinle yaşayamazsın. Bilgi güzel değildir. Ne kadar az şey bilirsen o kadar mutlu olursun. Baban evimizi başımıza yıktı. Ağacımızı söküp taşıdı. Tüm gün sana ve abine çukur kazdırdı. Ve evimizi balçığın içine gömüverdi. Eğer ağacı balçığa hapsetmeseydiniz evimizi alıp gidecektik o yüzden şimdi senin bize yardım etmen gerekiyor, o balçığın içinden ağacımızı çıkarıp bize vermelisin, onun henüz canı çıkmış sayılmaz. Bize ağacımızı geri vermelisin.  

Niye kendiniz almıyorsunuz? Ben ne yapabilirim? 

O ağacı balçıktan çıkarıp bize verebilirsin. Öyle de olacak. Buradan geriye dönemezsin.  

Tek başıma yapamam. Bana yardım etmelisiniz. 

Biz suçunu beraber işlemedik ki affını paylaşalım. Abin sana yardım edecektir. Bu bizi ilgilendirmez. 

Abim mi? O bana asla yardım etmez. Her şeyi kusursuz bir içtenlikle samimiyetle anlatsam bile bana inanmaz. Bu dünyada kardeşler arasında kullanılan gerçek dil konuştuğumuz dil değil. O benden nefret ediyor. Bilmiyorum fakat öyle olduğunu biliyorum. Bende boş sayılmam ona karşı. O benden nefret ediyor galiba bende ondan iğreniyorum. 

Bu bizim sorunumuz değil. Ne yapacağını söyledik. Yarın gece bu saatlerde ağacımızı bize vermezsen başına geleceklerden biz sorumlu değiliz. Ya da tüm olacaklardan beni sorumlu tutabilirsin. 

Peki babam? 

Ona ne olmuş, dedi. 

Ona her şeyin anlatıldığını söyledin.  

Evet, insanın eviyle olan ilişkisi neşe içinde rüyasında ona anlatılıyor şu an. Bir evin ne kadar kıymetli olduğu, evi ev yapan şeyin ne olduğu ona gösteriliyor. 

Rüyasında. 

Evet, başka nasıl anlatılabilir ki?  

Sence bu yeterli olacak mı? 

Bu senin sorunun bizim değil. Yarın gece unutma, yarın gece tekrar görüşeceğiz. 

İsminiz nedir? Babama anlatırken sizden nasıl bahsedeyim? 

Birden tüm ışık kesildi, her yer ıssız bir karanlığa büründü, suyun oluktan akan coşkun sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Sonra bulutların arasından ay ışığı ortaya çıktı. Aletlerini yıkadıktan sonra abisinin çizmesinin tekini koltuğunun altına sıkıştırıp evin yolunu tuttu. Aletleri kuruması için düzgünce evin duvarına yasladı, çizmenin tekini ters çevirip yere sabitledi. Sonra karanlığı aydınlatan ay ışığıyla harmanda açtıkları çukur başında bağdaş kurup oturdu. Cebinden tütün kutusunu çıkarıp bir sigara sardı ve içmeye başladı. Sigarasını bitirdiğinde imamın evin önünden uyku içinde camiye doğru yürüdüğünü gördü, imam onu görmemişti, imamın peşine takılarak caminin yolunu tuttu. Abdestini aldı camiye oturdu. Köyün sesi en güzel ihtiyarı tarafından ezan okundu. Tam namaza duracaklardı ki camiye mesli ayaklarıyla babası girdi. Huşu içinde namaz kılındı, dua okundu. Camiden çıkarken imama yaklaştı, iyi sabahlar hocam mümkünse sizinle konuşabilir miyiz, dedi. Bu konuşma babasının dikkatinden kaçmamıştı. Oğlunun adını seslendi, babasını duyunca imamı bırakıp hızla babasına yaklaştı ve koluna girdi. 

Her şey her yerde anlatılmaz özellikle bu bir sır ise dedi. Sırrını herkese açamazsın. Benimle eve yürü, diyerek oğluna kesin olan talimatını vermiş oldu. İmama dönüp ben gün içinde yanınıza uğrarım mutlaka. Şimdi babamı eve götürmeliyim, dedi. Böylesi daha iyi, dedi imam, bende sizinle eve kadar yürüyeyim öyleyse. İmam caminin kapısını kapatana kadar ağır adımlarla camiden uzaklaşmışlardı. 

Baba, dedi, başıma neler geldi tahmin edemezsin. Fakat sana bir soru sormak isterim, iznin olursa. Bana bu gece gördüğün bir rüya anlatıldı. Bir rüya gördün öyle değil mi? 

Yürürken başıyla tasdik eden babası durup oğlunun gözlerine baktı, her şey her yerde konuşulmaz. Özellikle karanlıkta konuşmak doğru değil. Karanlığın sahipleri var ve onun sahibi biz değiliz. Eve gidene kadar konuşmayalım. Evimize gidelim. Evet, evle ilgili bir rüya gördüm, güzel bir rüyaydı. Hem de çok güzel, hatta bugüne kadar gördüğüm en güzel rüyaydı. Ama bunları evde konuşalım. Güzel rüyalar konuşulmayı hak etmezler. Bir rüya anlatılınca tüm güzelliği yok oluyor. Bu kadar, sana rüyam hakkında söyleyeceğim sözler bu kadar. Eve gidince seni dinleyeceğim. Şimdi karanlıkta yolumuzu aydınlatmayan hiçbir şeyden konuşmak istemiyorum.  

Nasıl, istersen dedi, babasına. Ama şunu söylemeliyim ben hiç uyumadım. Ne yaşadımsa iki ayağımın üzerindeyken yaşadım. Bana ne anlatıldıysa o an uyanıktım. Ve bugün yaptığımız şeyi düzeltemezsem başıma iyi şeylerin geleceğini düşünmemekteyim. 

Eve gidince biraz uyu en iyisi. Uyku zihindeki olumsuz düşünceleri alıp götürür.  

Eve kadar tek kelime etmediler. Eve girince babası yatak odasına girip odasının kapısını kapattı. Bir süre abisinin odasının kapısında dikildi. Babasının annesiyle olan konuşmalarını duyuluyordu. 

 Ali’yi camide gördüm, çocuk biraz korku içindeydi. 

Doğru yapmış, aferin Ali’ye. Korkuya en iyi gelecek şey sabah namazıdır, dedi annesi. Keşke şu Barış da öte dünyayı düşünse biraz.  

Götünde pireler uçuyor onun, dedi babası. O ancak Almanya’yı düşünsün.  

Oğlum yakında gidecek ona iyi davran, dedi annesi kocasına.  Benin endişelendiren Ali, dedi babası. 

Niye endişeleniyorsun? Son beşiğin yeri babasının yurdudur. Böyle gelmiş böyle gidecek. Küçük devranı sürdürecek. O hiçbir yere gidemez. Annesinin son sözleri hükmediyor gibiydi. Babasını bile etkisine almıştı bu sözler, tek kelime daha edilmedi.  

Yatağına gitti biraz uzanıp gözlerini kapamak istedi fakat başaramadı. Tek düşündüğü şey vardı. Şimdi ne yapacaktı? Nasıl yapmalıydı? Bir şey olmalıydı. Dualarla nazara karşı ne yapılıyorsa öyle şeyler olabilirdi. Bu sorundan kurtulmak zorundaydı. Annemle konuşmalıyım, evet babamdan önce anneme açmalıyım bu sorunumu dedi. Evdeki her şeyi duyuyordu, ahırdan gelen hayvanların sesini, tavan arasında farelerin tıkırtılarını hatta biraz daha dikkat kesilse tahta kurularının tahtada açtıkları delik sesini bile duyabilirdi, annesinin kapısı açıldı ufak adımlarla evin içinde yürüdüğünü hissedebiliyordu. Birden dış kapının kapandığını duydu. Yataktan fırladı ve annesinin ahırda hayvanlarıyla ilgilendiğini gördü, inek sağılacaktı, besmele ile ineğinin karnını okşayarak dizlerini büktü ve ineğini sağmaya başladı. Annesiyle ahırda konuşmak istemedi, ahır da karanlıktı. Dışarı çıktı, harmanda açtıkları bataklığın baş ucuna oturdu ve bir sigara daha sardı. Neredeyse ağlayacak gibiydi. 

Sabah olup babası uyanıp dışarı çıktığında oğlunun harmanda oturduğunu gördü, tek kelime etmedi. Aletlerin temizlenip temizlenmediğini kontrol ettikten sonra eve girecekti. Birden çizmenin tekini gördü. Bu çizmenin teki nerde diye sordu? 

Çizme. Çizme. Diyen babasının sesiyle aniden kendine gelmiş evet ya çizme diyerek koşarcasına adımlarla su oluğunun patikasına saptı. Lakin ne kadar aradıysa da çizmenin tekini bulamadı. Sanki sır olup kaybolmuştu. Uzun bir süre aradıktan sonra eve çizmesiz geri döndü. Babası evin sedirinde oturmaktaydı, pencere açıktı. Patikadan dışarı çıktığında babasıyla göz göze geldi. Çizmenin teki yok. Bulamıyorum. Köpek almıştır, neden dışarı bırakıyorsun eve niye koymadın? 

 Çünkü geceden beri ayakkabının teki kayıp. Şimdiyse bulamıyorum. Düşürdün mü diye sordu babası, evet, dedi dün gece düşürmüştüm bu sabah bulurum sanıyordum ama yok. Bahçeye düşürdüysen köpek almıştır. Belki evin önüne kadar gelemezler ama bahçede pekâlâ dolaşabilirler. Sanmıyorum, dedi. Yani bir köpeğin işi olduğunu düşünmüyorum. Bu kesinlikle seninle konuşmak istediğim şey baba, dedi. Öyleyse içeri gel. İçeri girdi, annesinin hazırladığı kahvaltı sofrasına otururken babası, beraber değil miydiniz abinle diye sordu. Hayır, dedi, bir çırpıda. O gelmedi ben tektim. Gecenin bir vakti neden seni yalnız bıraktı? Korktuğu için, dedi. Demek korktuğu için, dedi. Sorarım ona. Anne bu arada lafa girerek, hiçbir şey soramazsın oğluma, dedi. O gidecek. Şunun şurasında bir hafta daha idare edemiyorsunuz çocuğu. Olmaz. Hayır. Kimse oğlumdan hesap soramaz. Öyle olsun, dedi baba. Öyle olsun da dedi aslında ne olduğu umurumda değil. Beni dinleyin ve bana yardım edin ne yapacağımı bilmiyorum. Dün gece dedi ve anlattı uzun uzun hikayesini. Babası tüm dikkatiyle dinliyordu annesiyse çamaşır yıkayan kadınlardan bahsettiğinde pür dikkat oğlunu dinlemeye başladı. Bana bu gece yarısına kadar süre verdi, ne yapmalıyım? Diye sordu. Sadece evini istemiyor evlerini istiyor yani bunlar kalabalık. Benimle biri konuştu iyi ki de öyle oldu. Diğerlerinin varlığı beni rahatsız ediyor. 

Tövbe estağfurullah diyerek söze girdi annesi. Su kenarında çamaşır mı yıkıyorlardı, davullar ziller çalıyorlardı öyle mi? 

Evet, anne. Hem çok temizlerdi hem temizlikleri onları sevimli göstermiyordu. Hem eğleniyorlardı hem de öfkeliydiler. Allah biliyor dilim tutuldu sanki. Ağzım değil kulaklarım çalıştı sadece.  

Bunlar, dedi annesi. Hep varlardı. Fakat neden buradalar şimdi. Hareket ettiklerini hiç duymamıştım. Varlar mıydı? 

Evet, sen küçükken. Babası araya girdi. Hayır, dedi. Sandığınız gibi olamaz. Düştüm demiştin. Düşünce rüya görmüş olmayasın. 

Hayır, baba. Her şey yaşanırken uyanıktım, dediğim gibi. Öyle de dedi babası, baygınlık anında gördüğün bir rüyayı gerçek olandan nasıl ayırt edebilirsin. Bu konuda bayılmış olabileceğin ve baygınken rüya görmüş olacağın bana daha inanılası geliyor. Fakat annenin söyledikleri de doğru olabilir. Bunu bugün araştıracağız. Bir çare bulacağız. 

Ya ağaç, diye sordu babasına. 

Ağaç yerinde kalacak.   

Babanın sözü bir kez daha hükmediyordu. Kendinden emindi ve bu işin içinden nasıl çıkacağını biliyor gibiydi. Bugün cuma, öğleye kadar dinlenebilirsin fakat namaz vakti abinle ikiniz camide olacaksınız. Biraz erken gidip mezarlıkların üzerini temizleyin. Mezarlarınızla ilgilenmiyorsunuz, sanki onlar bu dünyadan değilmiş gibi. Sözünü söyleyip masadan kalktı ceketini ve kasketini alıp evden çıktı. Sakın geç kalmayın, diye ekledi. Bu kez de hükmeden sesiyle buyurmuştu. Öyle olsun, dedi kendine fakat uyuyabileceğimi sanmıyorum. Hep var olduklarını söyledin anne. Bana onları anlatır mısın? Biz onların hakkında konuşmayız, sende konuşma, dedi. Ama illaki bir şeyler duymak istiyorsan Gül Hatun’un yanına git.  

Ayaklı gazetenin mi, dedi biraz gülümseyerek. O sana her şeyi anlatır, dedi annesi. Her şeyi bilen birine doğru soruyu sorarsan asıl öğrenmek istediğini öğrenirsin. Bak anne geliyor bugün biraz gecikti, dedi annesi, doğru dedi, yemek bitmek üzere. 

Kısa boyluydu Gül Hatun. Hep şaşıran bir insandı. Ama konuşmayı çok seviyordu. Evinde olup biten her şeyi gelip anlatırdı. Sadece evinde olup bitenleri değil dedi annesi sanki onu duymuş gibi. O ne anlatmak isterse onu anlatır. Olmuş olan, olmamış olan ve olmayacak olan. Gül Hatun küçük adımlarıyla gelip pencereden kafasını uzatıp. Uyy dedi. Çok geçmiş olsun. Ama ben size demiştim. Dere içinde vakitsiz ağaç kesilmez, dediydim. Her şeyin bir vakti var. Ben söylediydim. Beni dinlemediydi.  

Kız sen ne biliyorsun bakim, dedi anne. Gül Hatun başladı tüm gece olup bitenleri tek tek en ayrıntısına kadar anlatmaya. Eğer dedi annesine yanımızda olsa bu kadar ayrıntılı anlatamazdı. Korkum bana her şeyi hatırlamamda yardımcı olmuyor. Bırak şimdi onu dedi, Gül Hatun. Bu konudan kurtulmak istiyorsan sana ne denirse onu yapmalısın. Adamların ağacını geri vermeye bakın, dedi. Babam izin vermiyor, dedi ancak. Bak, dedi her şey daha kötü olur ama iyi olmaz. Ben söyleyeyim. Dur bakalım, dedi anne. Her şerde hayır vardır.  Bazen bir şer sadece şerdir, dedi Gül Hatun. Şer olan her şey kötülüğe çıkmaz fakat kimisi felakete çıkar. Onları orada öylece bırakıp evden çıktı arkasına bile bakmadan ve bir kez daha patikaya girip çizmenin tekini aramaya koyuldu. Lakin çizmeden eser yoktu. Sırra kadem bakmıştı.